Çakı, çakmak, tabanca…

A -
A +

Biz ne yazsak diye bir hafta düşünüyoruz, kahvedekiler beş dakikada on mevzu buluyor.

Köy ya da mahalle kıraathanesi… Dökülmüş sıvalar, dağılmış doğramalar, üç beş eğreti masa... Varilden bozma soba, bel vermiş sundurma... Tekaüd zevat oturmuş, avuçlarını ısıtmakta.
Selam sabah faslı biter. Ne konuşsalar acaba? Şimdi hayırsız oğlandan, müsrif gelinden söz açsan olmaz. Torun zaten hayta... Sabah sabah gıybet, maazallah!
Tütün rekoltesi, tahıl fiyatları, başvekilin son beyanatı, diz ağrıları, böbrek taşları ve şekere iyi gelen otlar... Cılkı çıkmış mevzular, dön dolaş, sar başa...
O ara kazanın lülesi ıslıklanır, buruk bir çay kokusu yayılır ortalığa.
İçlerinden biri ocağa döner. “Bizimoğlan arkıdeşlere birer çay yap!”
Sonra cebinden çakısını çıkarır misvağını yontmaya başlar.
Yanındaki atlar... “Nerenin bıçağı o!”
- Maraştan aldıydım... Hartlap diye bi köv va, kızı kızanı bıçak yapıyo.
- Ve bi bakem... Hımmm iyimiş ama...
- Aması ne?
- Çeliği benimkini tutmaz, (elini cebine atıp çıkarır) bak bu halis Bursa!
Üçüncü de laf koyar “ya siz de onları çakı deye mi taşıyonuz? Alın size has Sivas!
- Eyi de sapı ne ööle boz bulanık? Gören de müstamel sanacak.
- Koç boynuzu beyim... Zaten güzellik orada.
- Bakın bu da Yatağan’dan. Malum Osmanlıda leventlerin saldırmaları ısmarlanırdı oraya.
- Bunu damat getirdiydi, İsviçre çakısı diyorlar, bakın çatalı, kaşığı, gazoz aççağı, turbuşonu, makası, cetveli, pensesi, desteresi, kancası, tornavidası, her bişeyi var.
- Peki nerede ayakkabı çekçeği, tırnak makası, sırt kaşıyacağı, diş fırçası, alyan anahtarı, yan keski, dikiş makinası, balık oltası? Seni kandırmışlar aslanım noksan satmışlar.
- Bu gavurların huyudur zaten bir zamanlar teybin içine pikap, saat, radyo koyarlardı, yanında ayyyrıca, bir adet de tarak! Eşek yüküyle para!
- Şimdi kızdıracak kâfirin çakısını pırasa gibi doğratacaksınız bana! Bak Sürmene de görmüş vurulmuştum. Düşün iki araba çay vermiştim zamanında...

YAK BURDAN
Çaylarından birer yudum alırlar, biri paketin dibine vurur. Hele telleyin şurdan!
Alışkın bir eda ile muhtar çakmağını çıkarır. Sallar, silkeler, ı ıh gönlü olmaz.
Yanındaki kovboy hızıyla elini beline atar. “Hacım yak!” Öbür yanına döner, “Siz de buyrun!”
-Yok senin ki mazotludur şimdi, ağzımın tadını bozar.
- Seninki ne?
- Ne bileyim aklımda kalmıyor ama Almanya’nın en birinci markasıymış oğlan ööle diyo.
- Evet iyidir ama benimkinden sonra. Yandan basmalı, nasıl da zarif, yapmışlar abi şuna bak.
- Zarafet dedin mi durcan hacı... Çıkarmayayım dedim ama patlatıyorsunuz adamı...
- Hiç görmemiştim, Çin malı mı?
- Yok Kuzey Kore! Tövbe tövbe... Fransa’da buna verdikleri parayla araba alınıyor, araba!.
- El arabasıdır o, dingili de kırıktır hah hah ha... Cık, o ne öyle simsar dişi gibi sapsarı, töbeossun yolda bulsam almam!
- Sen alma zaten, bunu kavede pinekleyen ıhktıyarlar değil siola gullanıyo.
- O dediğin neydi?
- Sio sio… CEO deye yazılıyo, şirket yönetiyo.
- Biliyoz len, maaşlı işte, amele değil mi sonunda.
- Ha sanki seninkileri bigboslar alıyo!
-Yaa boşverin edinin birer çakar çakmaz çakandan, kaybolsa da canınız sıkılmaz.

VAKİT NAKİT
İçlerinden biri elini yeleğin cebine atar. Meşin bir kılıf, itina ile kösteklisini çıkarır, “ezana va mı daaa?”
- Ohooo müezzin seninkine bakıp okusa, öğlenle ikindi cem olu valla.
- Şimdi yok gali bunnar. Bak lokomotifli.
- Şimendiferin hakikisi Rus olur bir kerem. Aha bundan!
- Siz kurmayı unutmuşsunuz galiba yine geri kalmışlar. Ben bi kurdum mu iki gün gidiyo. Nacar al, naçar kalma.
- Benim ki Avropa... Gözlüğünü tak hele, bak swiss yazıyo kadranında.
- Porselen mi o kadran
- He ya. Oğlum ilk maaşıyla aldıydı bana...
- Ya yine çıkarmayayım dedim dayanamadım bak. İşte saatlerin kralı burada. Zamanında gavurun biri istasyonda treni kaçırıyor, demir yolu idaresini dava ediyor. Hâkim soruyor “peki senin saatinin yanlış olmadığı ne malum?” “Ama” diyor “benim saatim filan marka!” “Ha o zaman iş değişir” diyorlar, “yaz kızım adı geçen şahsa tazminat verilmesi hususunda...” Bizimki de merak işte. Eğer bunlara verdiğim parayla arsa alaymışım var ya...
- Vardıydın Mars’a.
- Ona bakarsan, hoca efendinin üç kuruşluk pillisi hepimizinkinden acar gidiyo. Kurma murma da yok, gece gündüz çalışıyo.

KALPAK PAPAK
- Onun da alentriki bitiyo, pili de her yerde bulunmuyo.
- Olma mı canım bakkalda bile va...
- Sen onu benim külahıma!
- Bak külah dedin de aklıma geldi, şunu bir Arnavut verdiydi, saf yün, nasıl da cuk oturuyo kafaya.
- Ben yün bereyle rahat ediyom, sağolsun hanım örüyo, biraz da gevşek tutuyor, hafif oluyo.
- Erzurum’dan bir tiftik papak aldıydım sıcacık yumuşacık ipek gibi inan. Kocaman bir şey ama sıkıştırsan kibrit kutusuna sığıyor.
- Biz Kafkasyalıyız abi, kalpaksız çıkmayız asla.
Biri elini cebine atar, takkesini çıkarırken tespihi düşer. “Tüh bir şey olmasa bari.”
- Ona n’olsun ya, bildiğin tahta!
- Tahta deyip geçme ağbeycan “has kuka”. Hem habarın var mı, bunun ağacı taa Hint’ten Sind’den geliyo!
- Ya bi kere kuka ağaç değil, ceviz... Şöyle pelesenk olacak ki taş gibi çat çat ses çıkara. Sertliği görüyon mu? Hele dişine vur da bak! Elin oğlu bunu gemi şaftına yatak yapıyor.
- Benim bildiğim tesbih akik olur, mübareği güneşe tut yakut kesiliyor.
- Ben de Oltu taşımdan memnunum, hem insanın elektriğini ney alıyo.
- Bi seninkini alamıyo, sık sık şalterin attığına göre kesin kısa devre yapıyo!
- Yaa bak yine çıkarmayayım dedim dayanamadım... Tesbihlerin şahı burada. Sarı sultan geldi mi diğerleri susar. Mübarek kehribar, çektikçe reçine kokar. Biliyor musun, bunlar kaç bin milyon yılda geliyor kıvama?
- Ağam seninki de iyiymiş.
- Zeytin çekirdeği hacım, kendim deliyom diziyom vakit geçiyor. Al hediyem olsun sana.
- Tespihsiz kalma.
- Yok be ya yine yaparım, çekirdek çok, zeytine sardılar bu sıra.

DELİKLİ DEMİR
-Uff belim ağrıdı ya, taşımayayım diyorum ama torun ayaklandı ele avuca sığmıyo, meret evde de bırakılmıyo.
-Kırıkkkale mi hacı, bizim biraderde var aynısından.
-E bi tane de sen alaydın.
-Ben almadım da yaptırdım, Rize’de bir usta vardı, rahmetli eğeyle çalışırdı. Ecnebiler bile hayran kalırdı. Şuna baksana, adam ne kalem atmış kabzaya.
Eller bellere gider, emanetler çıkar usulca.
Eskiden olsa Fransız’la Belçika; İtalyan’la Çek; Alman’la Amerikan yarıştırılırdı. Şimdi masada yerliler vardır: Sarsılmaz, Canik, Fatih, Yavuz, Atmaca, Zigana...
Hiçbiri diğerine laf sokmaz, maldan anlarlar zira.
Deeerken efendim. İçlerinden birini öksürük tutar, nasıl ama boğulurcasına. Yanındaki ağızlık uzatır, “cigaranı buna tak diyom dinlemiyon. İçine pambık koy, katranı bi güzel süzüyo.”
- O şimşiri camiyi kebir önündeki seyyardan mı aldın?
- He ordan aldım, ne va?
Beklenmedik bir çıkıştır. Öbürleri ağızlıklarını yavaşça ceplerine bırakırlar.
Yarına da mevzu kalsındır.
Di mi ama?

UMDUĞU NEYDİ BULDUĞU NE?
Abdülbaki Paşa Osmanlı defterlarındandır. İşine hâkim olmalı ki I. Ahmed, II. Osman ve IV. Murad devrinde de hizmet yapar.
Paşamız, Musluhiddin Musa Hazretlerinin muhiplerindendir. Ölmeden ölüme hazırlananlardan.
Zaman zaman Merkez Efendi Kabristanı’na gelir, huzur bulur rahatlar.
Hazır eli ayağı tutarken, parası pulu varken bir kabir yeri mi alsadır acaba? Vasiyet etse de defnetseler şuraya.
Gider içini Sedefkâr Mehmed Ağa’ya açar. Ünlü mimar “tamam” der “sen o işi bana bırak!”
Büyük usta, sanatkârdır, zirve işlere imza atar.
Nitekim bir süre sonra kapısını çalar, “gel bak” der “beğenirsin inşallah!”
-Aaa ne çabuk, bitti mi yoksa?
Abdülbaki Paşa gelip görse ki kocaman bir türbe, neredeyse kasaba camisi ebadında.
Tutulur kalır, böyle bir şey beklemiyordur aslında.
-Ne o beğenmedin mi yoksa?
-Beğenmek ne kelime, hayallerimi bile aşmışsınız ancak.
-Ancak?
-Bu türbe Merkez Efendi Hazretlerinin türbesinden bile gösterişli olmuş, izin verirseniz Darül Kurra yapalım, bize iki zra toprak bulunur nasıl olsa.

ÇIKMIŞ KUR’ÂN BÜLBÜLLERİ
Biliyorsunuz dâr “ev” demek, “kurrâ” ise “karî” (okuyucu) kelimesinin cemi (çoğulu).
“Dârülkurrâ” Kur’ân-ı kerim öğretilen, ezberletilen, kıraat dinlenen mekân. Dârülhuffâz da (hafızlar evi) denir ayrıca.
Hasılı bu nurlu bina 1608’den beri Kur’ân-ı kerim hadimlerini ağırlar. Elif be öğrenen tıfıllardan, tecvid ve tashih-il huruf okuyanlara, aşere, takrib, tayyibe çalışan hafızlara... Kubbesinde gün boyu ayeti kerimeler çınlar, eşiğinde yatan Defterdar Paşa ne ister daha?
Sonra...
Sonra Osmanlı yıkılır, diğer vakıf binaları gibi Dârülkurra da sahipsiz kalır. Bir ara Çocuk Kütüphanesi yapılır, derken depo ambar olarak kullanılır.
Merkez Efendi Camii ve çevresi düzenlenirken bu bina da elden geçirilir.  “Nağmedar” adıyla müzik evi yapılır verilir çalgılı gruplara.
Ve Kur’ân tilaveti için vakfedilen bir binada tıngırtı başlar.
Bilmiyorum bana ters geldi. Kırk yılın başı Merkez Efendi hazretlerinin huzuruna geleceksin. Tam ellerini açmış fatiha okuyacaksın, teganni muganni...
Kabrinde Kur’ân sesi dinlemeyi hayal eden Defterdar Paşa, o fasıllardan hoşnut mu acaba?
Bir kere vakfedenin arzusu hilafına, ya davacı olursa mahşer meydanında?
Hatırlatayım dedim, Zeytinburnu hattındaki minibüs şoförleri oradan geçerken teyplerini kapatıyorlar da...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.