Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        İnşaat seyretmeye veya otobanda gelip geçen arabalara bakmaya giden hemşerilerimin yaptığı gibi böyle ellerim arkamda birleşmiş bir halde yürüyorum eve doğru. Bir ara yakınlarda bir türbe olup olmadığına gitti aklım, kolaçan ettim yokmuş, rahatladım.

        Yürürken zihin akar.

        Zihnin yavaşlık ve hızla ilişkisi vardır. Hatta Milan Kundera bunun romanını bile yazdı.

        Yürürken bir şeyi hatırlamak istersen yavaşlarsın, biraz önce yaşadığın bir şeyi unutmak istersen hızlanırsın. İnşaatı ve otobanı seyreden ahalimiz o sırada neyi hatırlıyor da duruyor bilmiyorum ama uzaktan bile olsa bir patlama sesi duyduğunda bütün insanlar gayriihtiyari hızlanmaya başlar.

        Allahtan o sırada “unutmak istediğim” bir olayla karşı karşıya değildim ve bu yüzden de elim arkamda birleşmiş bir halde yürüyordum.

        *

        Elleri arkada birleştirip yürümek memleketimizde bazı ayrıcalıklı insanlara mahsus kabul edilen bir yürüme şeklidir.

        Muhtar yürüyüşü diyen var, emmi yürüyüşü diyen var, okul müdürü yürüyüşü diyen var, şantiye formeni yürüyüşü diyen var, sınıfta yazılı yapan öğretmen yürüyüşü diyen var, bölük sayımını yapan astsubay yürüyüşü diyen var, albaylıktan emekli apartman yöneticisi yürüyüşü diyen var, yaptığı inşaata harcadığı kum, demir ve çimentonun maliyetlerinden (bunları kullanmadan ilk apartmanı biz icat ettik!) ağlamaklı bir suratla etrafa fırça atan yapsatçı müteahhit yürüyüşü diyen var, biraz sonra açılışını yapacak tesis için düzenlenen törenin son hazırlıklarının bitmesini bekleyen siyasetçi yürüyüşü diyen var, resmi bir heyet bekleyen vali, kaymakam, belediye başkanı yürüyüşü diyen var, uzun süre köyünden uzak düşmüş, okuyup köyüne geri dönen aydın yürüyüşü diyen de var, var oğlu var.

        REKLAM

        Böyle yürüyen birisi etrafa “o iş bende” diyen zabıta özgüveniyle “asayiş berkemal” havasını verir. Bu yürüme şekli kafasında Ecevit kasketi bulunanlara çok yakışır, bir de yanlamasına çizgili tişört giymiş kısa boylu erkeklere ki yanlamasına çizgili tişört kısa boylu erkeklerin boyunu daha da kısaltır. Memleketimizde böyleleri çoktur ama mesela bir gavur elinde böyle ellerini arkada birleştirmiş bir halde yürüyen birisine rastlarsanız eğer, tereddütsüz yaklaşıp güzel Türkçemizle “hemşerim memleket nire?” diye sorun, mutlaka ellerini arkasından çözmeden sizi süzecek, sonra da ellerini çözerek size sarılacak, sonra ellerini tekrar arkada birleştirip yoluna devam edecektir.

        *

        Kim ne derse desin, çocukluğumda kadın olsun erkek olsun, eğer o sırada odun, ot balyası, çocuk veya başka bir yük taşımıyorsa sırtında, aylak aylak yürüyen bütün köylü akrabalarım böyle elleri arkalarında yürürlerdi.

        Bana da genetik miras olarak sirayet etmiş olmalı ki, ben de tıpkı onlar gibi yürüyorum.

        Bilincim azgın bir nehrin girdapları arasında kaybolduğunda hiç farkına varmadan ellerim arkamda kitlenir, tıpkı Ekrem İmamoğlu’nun türbeye dalması gibi dalarım aleme. “Alem” dediysem sakın bar-pavyon alemi falan sanmayın, bilincin sonsuz, sınırsız, haddi hesabı olmayan evreninden bahsediyorum. Şu ana kadar bu evrene hükmedene rastlanmamıştır, birkaç büyük yazar hariç…

        *

        Bilinç akışını yazdılar onlar. Birkaç saniye içinde bilincimizde geçen sonsuz görüntü, ifade, an, durum, hikaye, resim, söz; bir süper markette indirimli mallara hücum eden ahali gibi beynimize hücum ederken onları Nimet Abla Büfesi önünde Milli Piyango bileti almak için sıraya girmiş halkımız gibi muntazam bir şekilde sıraya koymak veya düzenli, bilemedin düzensiz bir şekilde tasnif etmek, insan denilen yaratığın içinde kudretli yazar denilen türün çok da uzak olmayan, yakın bir zamanda keşfettiği bir şeydir. (James Joyce, William Faulkner bu işi mükemmel yaparlar!)

        Bilinç yürür ve hikaye başlar. (O köpek değil miydi?) Ama Tolstoy benimle aynı fikirde değil. Ona göre, “Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar; ya insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.”

        REKLAM

        Neyse...

        *

        Bir hikaye kurgulamamıştım zihnimde. İnşaat seyreden ahali veya otobanda araba sayan şehre yeni gelmiş köylü hemşerilerim gibi kafamın içi bomboş sanıyordum.

        “Pirinç” diye bir ses yankılandı kafamın içinde. Git şair başımdan dedim, Cemal Süreya beni dinlemedi:

        Saat Çini vurdu birden: pirinççç”

        Sahi, Cemal Süreya bir ara Maoculuğa meyil etti mi yoksa "arkadaş durumundan" (Doğu Perinçek'le sıkı dosttu) bir yakınlaşma mıydı? Meyil ettiyse de bunu sanatına hiç yansıtmadı.

        *

        Benim için yemek demek pirinç pilavı demektir. Saymadım ama galiba on beş yirmi değişik pirinç pilavı pişirebiliyorum.

        Pirinç eken, biçen, onları telislere doldurup bütün kış onunla beslenen bir köyde açmışım gözlerimi hayata. En kıymetli yemeğin çeşitli kök sebzelerle, dağ otlarıyla, pancarlarla, kurutulmuş etle pişen pirinç pilavı olduğu bir yerde…

        Pirinçle uğraşmak baştan sona eziyetli bir iştir. Ekimi ayrı eziyet, yetişmesi ayrı eziyet (sivrisinek yapar), biçilmesi ayrı eziyet, hasadı ayrı, dövülmesi ayrı eziyet, ayıklanması öyle… hele pişirilmesi… Tam bir ustalık ister.

        *

        Pirinci acımasızca yıkayacaksın. Sıcak tuzlu suda bir saat kadar bekleteceksin. Kullanacağın tereyağının az bir kısmını, biraz zeytinyağı ekleyerek (yoksa yanar) teflon bir tencereye dökeceksin. Suyunu çıkarıncaya kadar süzeceksin pirinci. Sonra tencereye alıp kavurmaya başlayacaksın. Böyle kristal, bilemedin cam halini alıncaya kadar kavuracaksın, ama dikkat edeceksin, yakmayacaksın. Pirinç ölçün neyse, mesela iki bardaksa, üzerine iki bardak et veya tavuk suyu dökeceksin. Bir iki damla limon sıkacaksın. Tencerenin kapağını kapatıp ateşi harlandıracaksın. İki üç dakika fokur fokur kaynattıktan sonra altını bir Çinlinin gözleri kadar kısacaksın. Ayrı bir tavada kalan tereyağını eriteceksin. Eritirken yağı zinhar yakmayacaksın ki tadı kaybolmasın. Sonra tencerenin sesine kulak vereceksin. Her yemek pişerken sana ayrı bir şarkı; şarkı sevmiyorsan türkü söyler. Ben türkü seviyorum, pirincin pişme türküsü uzun havadır bana göre, mümkünse “Güzel seni elvan elvan süslerim / Zengin olsam kuşsütüyle beslerim”i (Nagehan Alçı’ya bir hatırlatma, “mor koyun meler gider”le zinhar pilav pişmez, en iyisi o türküyü unutsun!) aklından geçireceksin. Uzun havanın havası gittikçe sönerken, tencereden böyle mes ayakkabılarıyla bir muşambanın üzerinde yürüyen nur yüzlü bir sofunun çıkardığı sese benzer bir ses duyacaksın. O vakit kapağını açacaksın, erittiğin tereyağını üzerinde gezdirecek, sonra da tahta bir kaşıkla pilavını şöyle incitmeden, nazikçe karıştıracaksın ki buna havalandırma denir. Sonra, tencereyi, böyle ellerini arkada birleştirip yandaki kahveye doğru ıslık çalarak giden emminin vakti zamanında mintan olarak giydiği Amerikan bezine benzer bir beze, bez bulamazsan kağıt havluya iyice sarıp dinlenmeye bırakacaksın.

        REKLAM

        Bu zamana kadar bekledin, bir on dakika daha bekle obur!

        *

        Şimdi bu tarife göre iyi bir pilav pişireceğinizi sanmayın sakın. Aynı tarifi, aynı ölçüyü, aynı malzemeyi beş kişiye verin beş değişik pilav yapsınlar size. Mesele tarif ve malzeme değil, mesele “karar”dır. El kararı, göz kararı, kulak kararı… El yağı tuzu ayarlar, göz suyu ayarlar, kulak da pişme sesini duyar.

        Pirinç pilavı yapmak zahmetli iştir. Osmanlı’da saray mutfağına aşçı alırlarken; özellikle Mengen erkeklerine ellerini arkada birleştirip yürürken ne düşündüklerini sorulmaz, direk pilav pişirtirlermiş, iyi pilav pişiren her yemeği yapar zaten.

        *

        Bir dalda bir tomurcuk açtı. Bir kuş öttü konduğu tomurcuk açan dalda; bana bir şey söylüyor sandım, ellerimi arkamdan çözdüm.

        Sahi nerede şu Dimyat? Midyat’la ses benzerliği sizi yanıltmasın. Tokat-Turhal civarlarında bir yer falan sanıyordum ben de, yok oranın sarma yaprağı meşhurdur. Neden herkes Dimyat’a pirinç almaya gidiyor ki? Ya evdeki bulgur ne olacak? Ne olacak, tencereye koyup kaynatacağız. Yoksul aşıdır bulgur. (Deniz ürünleriyle risotto pişirir gibi pişirdiniz mi hiç?) Bulgur hem hasadı hem pişirmesi kolay bir yiyecektir. Pirinç, hiçbir zaman ellerini arkadan bağlayıp yürüyen, düşünen ahalimizin esas yiyeceği olmadı, daha çok sarayda, bey konaklarında pişti, bizim esas yiyeceğimiz bulgurdur, bunu ben değil Evliya Çelebi söylüyor. (Yaşar Kemal “Ortadirek” romanında Meryemce’ye bir bulgur pilavı pişirtir, odun ateşinde pişen bulgura değen kızgın tereyağının kokusu tam elli yıldır çıkmadı burnumdan. Menekşe sahilinde ellerini arkasında birleştirerek saatlerce yürüyerek roman yazan Yaşar Kemal’e bir ara eşi Tilda Hanım bulgur pilavını yasaklamıştı, o da bize yanında yumruğuyla kırdığı bir baş soğan olan yiyemediği bulgur pilavını anlatıyordu ki, hiçbir aşçı onun anlattığını pişiremez!) Bulgur pilavını, hayatında yumurta kırmayı bilmeyenler bile pişirebilir, bulgur çok su kaldırıyor çünkü. Zahmetli değildir, hassasiyet gerektirmez, fazla uğraştırmaz, “düşün düşün ….tur işin” gibi “düşünme” üzerine filozofik atasözleri icat etmiş bir ahaliye Vedat Milor’un “pirinç pilavı mı, bulgur pilavı mı?” sorusuna “ikisi de değil, risotto" diyecek halleri yok, herkesin cevabı yekten “bulgur”dur. Dimyat diyordum, o kadar uzak bir yerde ki ne Tokat’ı ne Turhal’ı… Nil deltasının doğu kolu ile Menzele gölü arasında bir yerde… Delta, Nil, liman falan… tabi ki dünyanın en güzel pirinci orada yetişir.

        REKLAM

        Bu yüzden, evdeki bulgurdan olmasınlar diye kimse kolay kolay Dimyat’a pirinç almaya gitmezdi, devlet hasır telisler içinde kendisi getirirdi.

        *

        Dağınık bir zihinde düşünceleri bir düzene sokmak, bir kısmını israf etmeden hızlıca soğan soymak kadar zor bir iştir. Dedim ya bunu ancak büyük yazarlar yapabilir, onlar da kendi zihinlerinde geçenleri değil, hayali bir kahramanın zihnine girerek kendi zihninde geçenleri onlara mal ederek yaparlar bunu…

        Zaman zaman; otuz küsur yılı Yıldız’ın dışına çıkmamış Sultan Abdülhamit’in sarayın bahçesinde elleri arkada gezerken zihninde geçenleri merak ediyorum durup dururken. Osmanlı mülkünde yaşayan herkes onun gönüllü istihbarat elemanıydı bilirsiniz. Kurduğu hafiye örgütü muazzamdı, her şeyden haberdardı. Ona göre sonsuzluğa kadar süren dostluklar yoktur, aynı şekilde düşmanlıklar da… Bir ara dost olan sonra düşman olabilir, düşman olan da dost… Dedikoduculardan, dalkavuklardan nefret ederdi Sultan, birbirini gammazlayanlardan tiksinir, ajanları sevmezdi. Ama jurnalcılık öyle değildi, bir kere jurnal “ihbar” değil, bir meselenin “izahı”, “fezlekesi”, “lahiyası”, “izahnamesiydi”. Bunlara ihtiyaç duymayan hükümdara hükümdar denemezdi.

        *

        “Pirinç” mi?

        “Saat Çini vurdu birden: pirinççç

        Ben gittim bembeyaz uykusuzluktan

        Kasketimi eğip üstüne acılarımın

        Sen yüzüne sürgün olduğum kadın

        Karanlık her sokaktaydın gizli her köşedeydin

        Bir çocuk boyuna bir suyu söylerdi. Mavi.

        Bir takım genç anneleri uzatırdı bir keman

        REKLAM

        Sen tutar kendini incecik sevdirirdin

        Bir umuttun bir misillemeydin yalnızlığa”

        İlk kıtasını yukarıya aldığım Cemal Süreya’nın “Ülke” şiirinin ilk dizesinde “pirincin” yeri neyse, benim yazımdaki yeri de öyle…

        Evin kapsına geldim, geri dönüp arkama baktım, Kudüs’ten dumanlar yükseliyordu. Mahmut Derviş eğildi, kulağıma fısıldadı, bende yüksek sesle o dumana savurdum dizesini:

        “Bütün şairler Filistinlidir.”

        Diğer Yazılar