YAZARLAR

Talihsiz tekerrürler ve göğsü şişiren nefes

Nefessiz kalışlarımızı hatırlıyor ve tanıyoruz. Göğsümüzdeki şişkinlik ve görüşümüzü bulandıran o basıncı da iyi biliyoruz. Ama, tamam artık tutma o nefesi, bırak, rahatla demedi kimse bize hiç.

Mehmet Akif Ersoy’un Safahat’ının Hakkın Sesleri başlıklı üçüncü kitabında bir şiir vardır. Çocukluğum boyunca hep ilk dizelerini yüksek sesle okunurken duyduğum bu şiirde dertli şairin yaptığı halet-i ruhiye tasviri ezberimde derin bir yer etmiştir. Şöyle başlar...

“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!”

O kadar abartılı bir tasvir izler ki bu iki dizeyi, şiirin ikinci yarısını okumasanız bile ortada bir istihza olduğunu hissedersiniz. Ama küçükken dinlediğim şiir kasetlerinde ya da okuldaki resmî törenlerde o ikinci bölüm hiç okunmazdı. O abartılı ve derin iç çekişte kalmamız beklenirdi bizden. Tam oracıkta, nefesimizi almışız, göğsümüz kabarmış, hazıroldayız! Hiç kimse düşünmezdi, alınmış her nefesin mutlaka verilmesi gerektiğini. Yoksa boğulur insan. Her neyse...

Şiirin ilk yarısında ne kapkaranlık ufuklara ışık olduğumuz; ne akl-ı evvelliğimiz (“Fikr-i ferda doğmadan yağdırmışız ferdaları!”); ne daimî sabah aydınlıkları (aklıma sürekli aydınlık için, bir dakika karanlık eylemi geldi nedense); ne ilerlemeciliğimiz; ne dinimizin, ahlakımızın, irfanımızın yüksekliği; ne adaletimiz, ihsanımız; ne akın akın gelen kavimleri kucaklamışlığımız; ne kötülüğe meyyal olan kardeşlerimize mani olduğumuz; ne de hiçbir haksızlığa göz yummamışlığımız kalır. “Ah ya biz, biz var ya biz” hissiyle kabarır göğüslerimiz. Ama nasıl bir kabarmak!

Şiiri defaatle okuduğunuzda anlarsınız, söylenenlere göre fevkaladenin fevkinde bir hatip olan Mehmet Akif, okurunda dinleyicisinde bütün bu şişinme halini içinde bulunduğu mevcut vaziyetin berbatlığını iyice kavraması için yaratmaktadır. Çünkü takip eden ve bugün bile bitmek bilmeyen dizeler uzun bir “yaw he he” terennümü gibidir. Mecburen seçerek aktaracağım:

“Bir, neyiz? Seyreyle artık, bir de fikr et, neymişiz?
Din de kürkün aynı olmuş: Ters çevirmiş giymişiz! (...)

En metin ahlakımız, yahud, görüp aldırmamak (...)

‘Susmak evladır’ deyip sustuk... Sanırsın duymadık! (...)

Altı yüz bin can gider; milyonla iman eksilir;
Kimseler görmez! Gören sersem de Allah’tan bilir!
Sonra, şayet şahsının incinse, hatta, bir tüyü:
Yer yıkılmış zanneder seyr eyleyin gümbürtüyü! (...)

Fes, külah, kalpak, sarık vermiş bakarsın el ele;
Mi’delerden fışkırır ta Arş’a aç bir velvele!”

Ve final. Ama ne final!

“Göster, Allah’ım, bu millet kurtulur, tek mucize:
Bir ‘utanmak hissi’ ver gaib hazinenden bize!”

Altına düştüğü tarihe bakılırsa Mehmet Akif bu şiiri I. Balkan Savaşı sona ermek üzereyken yazmış. O tarihten tam 14 gün sonra, 30 Mayıs 1913’te Londra Anlaşması imzalanacak. Osmanlı Devleti’nin Balkan sınırı Midye-Enez hattına çekilecek. Selanik, Güney Makedonya ve Girit Yunanistan’a, Orta ve Kuzey Makedonya Sırbistan’a terk edilecek. Ege Adalarının kaderi de büyük devletlerin insafına bırakılacak.

Kendini daha çok Balkanlar üzerinden tanımlamış olan imparatorluğun sonunu işaret ediyor aslında çok geçmeden ikincisi yapılacak olan Balkan Savaşları. Sonra bir hamle daha, dünyaya “biz hem nasıl bir milletiz” diye hatırlatmak üzere. Yani I. Dünya Savaşı ve final! Ama ne final!...

Malum-u âliniz, bizde “millet” kavramı azıcık karışıktır. Nerede değil ki, diyeceksiniz. Haklısınız. En fazla, her yerde olduğu kadar karışıktır. Büyük bir felaket ve yenilgi anının yarattığı müşterek utancı bertaraf etmek üzere icat edilir. Her yerde olduğu gibi. Allah’ın “gaib hazinesi”nden kulun hissesine başka bir şeyin düşmesi beklenemezdi. Acziyetimizdir göğsümüzü kabartan. Başka ne olacağıdı.

SOĞAN EKMEK YAHUT BULAMAÇ

Önlerine Türk bayrakları asılmış kamyonlarla ve bu işi yapanların şişmiş göğüslerinden yükselen mehter marşı ritmli yürek gümbürtüleri eşliğinde yoksul halka patates-soğan dağıtımı işine bunca uzaktan şahit olduğumda, gene o çocukluğumda dinlediğim kasetlerden (çoğu Almanya’da doldurulmuştu, kaderin garip cilveleri işte) hatırımda kalan başka bir şiir daha var. Bu defa, Mehmet Akif’in bıraktığı yerden alıp Yavuz Bülent Bakiler çağırıyor ve tarif ediyor utancı... Nefes gürültüyle verilmiş, uzun süre göğse hapsedilmiş soluğun yarattığı bir kızarıklık hâkim şiirin tenine. Gözlerden bu zorlu tecrübenin verdiği yaşlar süzülüyor.

Ben Anadolu’yum... / Yıllar yılı susuz kaldım, yıllar yılı aç! /
Şükrederek kalktığım sofralarımda / Ya soğan ekmek olur, yahut bulamaç.
Hastalarım vardı ölüm yataklarında / Ne doktor yüzü gördüm, ne ilaç.
Zaman zaman nankör çıktı büyütüp okuttuğum,/ Gölge vermedi çok kere diktiğim ağaç...
Devlet denince hep vergi geldi aklıma / Jandarma denince kırbaç...
En gümrah ırmaklarım boşuna akıp gitti / Üç beş adım ötesinde toprağım vardı kıraç.
Gittim, yiğitçe döğüştüm gaza meydanlarında / Ne tak-ı zaferler istedim, ne taç...
Savaşta çiğnetmedim hilali düşmanlara / Barışta düştü üstüme gölge gölge haç...
Yolsuz, okulsuz köylerim, kasabalarım hâlâ / Alınterine muhtaç...
Ben Anadolu’yum, acılı, mahzun; / Bende bitmez tükenmez dert, kulaç kulaç...

Bakiler’in bu şiiri 1977 yılında yayınlanmış ilk defa. Yine bir kriz hali. Gölge vermeyen ağaçtan kastettiği “anarşistler, komonesler” olsa gerek. Anadolu’nun üzerine gölge gölge düşen haç da onların düşünceleridir herhalde. Gazalarda kazanılan zaferler, barış zamanlarında getirmemiş arzu edileni. Neydi ki o arzu edilen sahi?

AMPUL VE ÜÇ HİLAL

O her neyse bugün de yok gibi görünüyor. Bu iki şiirin bu kadar güncel olmasıyla ilgili bir sorun var. Milliyetçi-dindar-muhafazakâr zihinlerin gayet aşina oldukları ve başka şeyleri inkâr ederken asıl kaçtıkları büyük ve pek sevdikleri o kelimenin içerdiği her anlamda “ontolojik” bir sorun bu. (Bu büyük kelimeleri hiç sevmememde sanıyorum bu şiirlerin de içinde geçtiği tartışmalarda fazlaca maruz kalmamın etkisi vardır.)

Tıpkı şimdi olduğu gibi, o zaman da kaynağı içe çekilip bir türlü verilmeyen, serbest bırakılırsa göğüsteki şişkinlik iner diye korkulan nefesin temsil ettiği bir sorun bu. Beton ve asfalt yorgunu köylerde açılmış okullar birer birer kapatılıyor masraf olmasın devlete diye. Tam Mehmet Akif’in tarif ettiği gibi susuyorlar kulakları sağır eden adalet istiyoruz çığlıkları karşısında. Arş’a ulaşacak denli yüksek sesle bağırmak için bir meltemin tüylerini kıpraştırmasını bekliyorlar. Ah bilmiyorlar ki, o ezeli ve ebedi mağduriyetin sebebi göğsü şişirsin diye alınmış ama aynı göğüs sakinleşip inmesin diye bir türlü verilemeyen nefestir.

Bu sabah iyice inceledim AKP logosunda hilal var mı diye, yokmuş. Ama küçük ortakta tam üç adet hilal var. Ve ampul ışığında sınır çizgileri iyice belirginleşen hilalin gölgesinde soğan, ekmek yahut bulamaca talim etmek zorunda kalan onca insan. En azından gümrah ırmaklar boşa gitmiyor artık, her birinin akışı birer barajla kurban ediliyor 3-5 ne idüğü belirsiz zıpçıktı sermayedara. Baraj kurulmayana da siyanürden cıvaya türlü çeşit zehir zerk ediliyor. Kanadalı şirket “halkınız memleketinizi talan etmemize mâni oldu” gerekçesiyle uluslararası tahkimde dava açacakmış Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne. Çin malları için yapılacak limana lazım olacak diye açılmak istenen taş ocağına direnen İkizderelileri Amerikan işbirlikçisi olmakla itham eden AKP MKYK üyesi var ya hu! #LaHavle! Sarı ampul ışığının üç hilal gölgesini iyice belirginleştirdiği bu tarihî anda yakından görüyoruz dilinden milleti düşürmeyenlerin gönüllerinde nasıl bir millet tahayyülü olduğunu. Mehmet Akif’in duasını tekrarlıyoruz: “Bir ‘utanmak hissi’ ver gaib hazinenden bize!”

Hadi kısa bir ara verin yazıya burada.

MİLLETİN VE DİNİN ALAY/DALGA KOMUTANLARI

Demeye getirdiğim şu: Ampul-üç hilal ortaklığının millet hissiyatımızın tarihî evsafını bütün açıklığıyla ve boyutlarıyla ortaya koyması hiç tesadüf değil. Milliyetçiler, milletin ne olduğu bilgisine yalnız kendilerinin sahip olduğunu; İslamcılar da benzer şekilde İslam nedir sorusuna cevap verme yetkisinin yalnız kendilerinde olduğunu iddia ederler. Emel ve arzuları da biri “millet” diğeri “din” olan bu iki boşgösterenin içini doldurmak suretiyle, onlardan sadır olan siyasî gücü tekellerine almaktır.(1) İkisinin de çıkış noktaları Mehmet Akif’in “Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz” dediği andır. Nefesin göğse hapsedildiği bir şişinme ve hazırolda durma hali... Yaşanmaz ki öyle. Verilecek o nefes. Rahata geçilecek! Hayır olmaz! Hazırolda durulacak ve dinin/milletin alay komutanının/amirinin hakaretlerine maruz kalınacak. Bakınız halen süren birkaç örnek:

Turizm Bakanlığı’nın (bilerek “Kültür ve” demedim) talebiyle uygulanan kapanma kararı kapsamında sahillerde turistlere pasaport kontrolü yapılıyor. Aralarından yerli ve millî vatandaşları seçmek ve kapanma yasağına uymadıkları için 3 bin 150 lira olan cezayı kimliklerine iliştirmek için. Asgarî ücretin 2 bin 825 lira olduğu memleketimizde yapılıyor bu uygulama.

Önceki gün bir avukat arkadaşım Twitter’da, bindiği takside kendisine kimlik kontrolü yapıldığını anlattı. Taksici, “hello deyip kurtulaydın” diye tavsiyede bulunmuş. ‘Türkiye Cumhuriyeti yurttaşısın ve dolaşamazsın sokaklarda, yabancı dil biliyorsun madem kandırabilirsin istersen Türk polisini, ne gerek var avukat kimliğine, değil mi ama?’

Günlerce “turistler de bizi görecek mi?” geyiği yaptık karşılıklı. Zira Dışişleri Bakanı gelip Almanya’da, “turistlerin göreceği herkesi aşılayacağız” dedi. Düzelteyim derken aklımızla daha da büyük alay etti: “Turistleri tesadüfen gören kişilerden bahsetmediğim ortada” diye. Gelen turistlerin bir bölümünün, Avrupa ülkelerinin kimi başka ülkelere uyguladıkları giriş kısıtlaması ve karantina zorunluluğundan kaçmak için Türkiye’yi istasyon olarak kullananlar olduğunu öğrendik. Görklü devletimiz kendi yurttaşlarını evlerine ya da evleriyle işleri arasındaki güzergâha hapsedip memleketin geriye kalanını turistlere hasretmişti. Ampul-üç hilal ortaklığının gölgesi döviz işareti olarak yansımıştı çıkamadığımız sokaklara.

Ramazan vesilesiyle bir devlet büyüğünün iftara gittiği masalı yoksul biri eve yer sofrası kurulurken, hayvancılık yaptığı yazılan bir eve sonradan monte edildiği belli olan uzunca bir masada, önündeki boş tabağa eğildiğini gördük. Ev sahibi erkek duruma aldırış etmemiş tabağındakini kaşıklamakla meşguldü.

“Ramazan’da oruç tutanlara saygı duymayı öğreteceğim size” diyen hınzır bir iç ses eşliğinde uygulanan alabildiğine mantıksız bir içki yasağına tepki gösteren insanlar, saygı denilen şeyin zorla olmayacağını öğrettiler. Kendisindeki bir şeye, başkalarını zorla ve şerle saygı duymaya mecbur eden her kimse, o şeye en büyük saygısızlığı asıl kendisi etmektedir, diye hatırlattılar.

Diyanet, camilerimiz cemaatle namaza açıktır derken Emek ve Adalet Platformu’ndan gençlerin salgında ölen işçiler gıyabında kılmak istedikleri cenaze namazı ve Furkan Vakfı’nın itikaf namazı kıldığı bir cami polisler tarafından basıldı. Antep Valisi, “amaçları namaz kılmak değil, sivil itaatsizlik” idi dedi. Demek artık hangi namazın, hangi niyetle kılındığını bilen bir devletimiz var. Kutlu olsun madem...

Bu sonuncusu ez-kaza CeHaPe iktidardayken olsaydı kim bilir neler söylenir ve edilirdi? Mevzu da bu zaten, “İslam’ı benden, benim söylediğim kadarıyla öğrenecek, çizdiğim sınırlar içinde yaşayacaksınız” diyenlerin kendileri de alnı secdeli olunca sorun büyümedi. Salgında ölen işçilerin ardından cenaze namazı kılmak elbette provokasyondu. Cenaze namazı dediğin ancak devlet büyüklerinin yakınları ya da yakın buldukları zevat arkasından kılınan bir şeydi. Bunların hepsi olmadı mı? Her birini ayrı ayrı, nefesimizi tutarak seyretmedik mi? Bütün bu manzaraları çizen ressamlar hangi alayların, hangi dalgaların komutanlarıydı?

NEFES KRİZİ

Alman tarihçi Reinhart Koselleck (tanımama vesile olan Alp Eren Topal’a çok teşekkür ederim) bizim fırsata çevrilirken nasıl bünyeyi çürüttüğüne defaatle tanık olduğumuz şu orijinali Yunanca olan kriz kelimesinin işaret ettiği tarihsel örüntüleri etimolojisinden yola çıkarak tarif ederken birkaç kelimeyi yan yana sıralıyor: “Ayrı(lık)”, “seçmek”, “yargı(lamak)”, “karar (vermek)”, “kendini ölçme”nin bir aracı(sı) olarak “kavga” ve “döğüş.” (2) Koselleck ayrıca hayli kafa karıştıran tarih kuramında dilde ve tarihte tekrarlayan yapılara (repetitive structures) dikkat çekiyor (3). Olaylar yeni ve tekildir, gene Koselleck’in teşbihinden hareketle, her âşık olma deneyimimiz yeni ve özgündür. Ama yapılar (örüntüler demeyi tercih ederim, mitolojik öykülerde olduğu gibi olay örüntüleri, arketipler), yani âşık olma hali, her defasında kendini tekrar eder ve zaten âşık olduğumuzu tekrar eden o hali serdettiği işaretlerden anlar, başımıza gelen şeyin ne olduğunu böylece fark eder ve adlandırırız.

Koselleck’in yaptığı kriz tarifini ve tekerrür eden yapılar/örüntüler önermesini şu göğsü şişiren nefes vakasında yeniden düşünelim: Nefes al, göğsünü şişir, sakın verme, kal orda! Nefesin göğsünde sen zamanda asılı kal... Kendini pataklayacak boksörü bekleyen bir kum torbası gibi kal... Doktorun soğuk steteskopuyla sırtını dinleyip kalp atışlarını ve ciğerlerin evsafını anlamasını bekleyen bir hasta gibi kal... Şu acayip salgın döneminde en çok korktuğumuz şey nefes alıp verememek değil mi bir yandan da?... Tamam ben seviyorum böyle sembollerin, metaforların peşine takılıp düşünceyi sündürmeyi, onların ışıklarıyla gönül eğlendirip gölgelerini göze sokmayı, ama göklerden gelen bir karar/kriz olduğu da ortada...

ÇARE: NEFES VER!

Kapanma kararını ve o kararın alınıp uygulama şeklini zihnimde ilk canlandırabildiğim andan itibaren, memleketin bu kapanmadan radikal bir biçimde dönüşerek çıkacağından emindim. Bir dönüm noktası olacaktı, bunu bir şekilde seziyordum. Halen aynı fikirdeyim ve işaretler de hep bu yönde. Ne iktidarı oluşturan ittifak ne de toplum kapanmadan önceki gibi olacak kapanma bittiğinde. Çünkü, iktidarın muradını ele veren dil sürçmeleri hiç bu kadar belirginleşmemişti. Ve bizler de aşağılanmanın, kenara itilmenin, canından vazgeçilmenin bu kadar ağır bir formunu çok uzun zamandır ve hep birlikte, müştereken tecrübe etmemiştik. Bağıra çağıra ağlanacak halimize katıla katıla gülmemiz bu yüzden. Ne kadar çok insanın aklına Nasreddin Hoca ile Timur arasındaki o fıkra geldi kim bilir. Hani şu filli, vergili ve angaryalı olan. Yazıyı uzatmamak için burada anlatmayacağım. Duymayanımız yoktur eminim, varsa da şarkısını dinleyiversin.

Lafı evirip çevirip muhalefet partilerine getireceğimi biliyorsunuz artık. Gene derdim onlarla... Göğsü dinî ve millî duygularla şişirilerek düzgün nefes alıp vermesi engellenmiş, dolayısıyla o duygulara boğulmuş seçmenlerinizi, göğüslerini asıl sizin şişireceğinizi vaad ederek, yani bu tuhaflığıyla nefes kesen ironinin peşinde sürüklenerek kaldıramayacaksınız düştükleri yerden. O şişik göğüs en çok da güven ve özgüven eksikliğinin işareti, bunu bilmiyor olamazsınız. Türkiye’de hangi araştırmaya baksanız insanların birbirlerine ve kurumlara güvenmediklerini, hatta Türkiye’nin bu güvensizlik konusunda dünya rekorları kırmakta olduğunu görürsünüz. Demek ki şişkin göğse hapsedilen o derin nefesi verememenin bir nedeni daha olabilir: Belki de kimse tekrar nefes alabileceğinden emin değildir.

İktidar ne yaptığını bilmez halde, her hareketinden bir şaftı kaymışlık, şirazesinden çıkmışlık dökülüyor. Partili muhalefet ise bu tür bir iktidarın karşısına nasıl çıkacağını kestiremez vaziyette, şaşkın. Her biri tarihî bir anda, hatta siyasette ve tüm kamusal işlerimizde bir paradigma değişikliğinin eşiğinde olduğumuzu elbette görüyorlar. Çünkü bütün dünya öyle bir eşikte ama, şundan kesinlikle eminim, birbirlerine güvenmedikleri için (yalnız liderlerin liderlere, partilerin partilere değil, parti içlerinde temsil edilen farklı çıkarların temsilcilerinin de birbirlerine güvenmemelerinden söz ediyorum) bu değişim anının getirdiği rüzgâra nefeslerini bırakamıyorlar. Ya tekrar nefes alamazlarsa? Ya nefesleri onlardan çalınırsa?!

Güçsüzlüğünden ve hiçbir şeyi beğenmemesinden şikâyet ettikleri toplumsal muhalefet ve yere göğe sığdıramadıkları seçmen (ikisini birbirinden nasıl ayırdıklarını hakikaten anlamıyorum) gözünü dikmiş onlara bakıyor. Siyasî partiler birbirlerine güvendiklerini gösterdikleri ve buradan bir gelecek projesi çıkardıklarında göğüslerini şişiren ama aynı zamanda onları felç eden nefesi serbest bırakmaya hazır her kesim. Bunu da görmüyor olamazlar! Çok karışık değil, üzerinde anlaşılabilecek aciliyeti bulunan üç-beş maddeden mürekkep bir mutabakat, mutlaka hepimizin gözleri önünde, ciddiyeti elden bırakmayan bir neşeyle getirilebilir “millet”in önüne. Şu tuhaf ama gayet tanıdık dönem geçene kadar birbirimizle hesaplarımızı ve rekabetimizi erteliyoruz diyecek kadar bir fedakârlık. Topluma dönüp, ne olmak istediğimizi, nasıl yaşamak istediğimizi nefeslerimizi tutmadan ve birbirimizin nefesini kesmeden tartışabileceğimiz bir açıklık üretmek için sizden ruhsat istiyoruz diyecek kadar tevazu. Ve nihayet iktidara dönüp, elbette bilerek ve isteyerek mahvettiğiniz her şeyin mesuliyetini üstleneceksiniz diyecek kadar cesaret.

Bu, nefes vermekten korktuğu için şişmiş göğüsten farklı bir yapı önerisi. Öyle çok sık tekrar ettiği de söylenemez. Nefessiz kalışlarımızı hatırlıyor ve tanıyoruz. Göğsümüzdeki şişkinlik ve görüşümüzü bulandıran o basıncı da iyi biliyoruz. Ama, tamam artık tutma o nefesi, bırak, rahatla demedi kimse bize hiç. Hazırolda ve nefesimizi tutarak beklediğimiz bir ufuktu gelecek. Allah’ın gaib hazinesinden payımıza sürekli “utanma hissi” düşmesi de bu yüzden. Kimseye, bizi bu denli utandırmasının, aşağılamasının, aklımızı küçük görmesinin, bunca çalışmaya karşın sofralarımızda soğan-ekmek yahut bulamaca talim ettirmesinin hesabını sormadık henüz!

1- Kurulduğu andan itibaren AKP’ye İslamcı demekte hiç mahzur görmedim, dindarların siyasî taleplerini seslendirdiğini (o talepleri de kendisi şekillendirmek suretiyle) iddia ettiği için. O dindarlığın, bizim anladığımız dindarlık olmaması normaldir. İslam da bizim anladığımız İslamcılık olmayacaktır. Çünkü her ikisinin içeriği de artık hem dinin hem dindarın kendi arzusunca tarif etme iktidarı bulan bir yapıya geçmiştir. O yapıyı İslamcı kılan, İslamcılığın daha evvel yapılmış tariflerine uygunluğu değil, dinin ve dindarın tarifini yapacak gücü ele geçirmiş olmasıdır.

2- “Crisis”, Reinhart Kosseleck, çev: Michaela W. Richter, Journal of the History of Ideas, Vol. 67, No: 2 (Nisan 2006), ss: 357-400

3- “Repetitive structures in Language and History”, Performing the Past: Memory, History, and Identity in Modern Europe, ed: Karin Tilmans, Frank van Vree ve Jay Winter içinde, Amsterdam University Press, 2010

Kapaktaki fotoğraf: Eren Dağıstanlı


Ayşe Çavdar Kimdir?

Önce gazeteci, sonra akademisyen, bir süredir Almanya’da yaşıyor. Kent çalışmaları ve kültürel antropoloji disiplinleri içinden İslamcılık, milliyetçilik, dindarlık vb. konularla uğraşıyor.