Merkez Bankası olaylarında görüldüğü gibi krizi yönetecek beceriden yoksundurlar; gelir kaynaklarını bir avuç şirkete aktarmayı sürdürerek ayakta kalabileceklerini, “aşılandık” kampanyalarıyla turizmi kurtarabileceklerini sanıyorlar.

Görünen köyün görmeyen kılavuzu…

Siyasette büyük, sonucu henüz belli olmasa da sona doğru hızla ilerleyen bir dağılma süreci gelişiyor. Sözlükler “ayrışma dağılma ya da çürüme, organik maddelerin, maddenin daha basit formlarına ayrıldığı süreçtir. Canlı organizmaların organları ölümden kısa bir süre sonra ayrışmaya başlar” diye anlatıyor. Bu tanım siyasete, ekonomiye, topluma bir bütün olarak organizmanın tüm özelliklerini gösteren, zaaflarını, kötülüklerini içeren sistemlere de uyarlanabilir. Çürüme toplumların tarihinde pek çok kez yaşanmış, aşılmış olduğu, böylesi dönemlerde umutla umutsuzluğun iç içe geçtiği de söylenebilir. Ülkemizin içinde bulunduğu durumu anlamaya, anlatmaya çalışırken kısa bir süre için umutsuzluğun kara bulutları içinde önümüzü göremeyebiliriz ama besbelli ki olup biteni yorumlamakla yetinmez, siyasetteki dağılmayı doğru çözümleyebilirsek, uzak gibi görüneni yakınlaştırabiliriz. Öyleyse gerçeği cesaretle söyleyelim; siyasi, ekonomik, toplumsal açılardan kaotik bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemin başat, karakteristik, ortak özelliği dağılmadır.

Siyasetten başlayalım. İktidar partisinin işlevi, Cumhurbaşkanlığı kabinesi ve farklı alanlara “bakan” yalnızca başkana karşı sorumlu çok sayıda danışman tarafından üstlenilmiş durumdadır. Partiye biçilen görev yapılan işlerin propagandasını yapmak, seçmen desteğinin sürmesi için çabalamak, gelen eleştirileri yanıtlamak ama tüm bunları kesin denetim altında yapmaktan ibarettir. Kısacası “iktidar partisi” artık “iktidar” değildir. Parti işlevsizleştikçe kadrolarda hoşnutsuzluğun arttığı da gözle görülür hale geldi; doğal bir sonuçtur. Farklı gruplar oluşmuş, iktidar nimetlerinden yararlanmada kaçınılmaz bir şekilde başlayan “dengesizlik” can sıkmaya başlamış, yandaş medya starlarının açıkça anlattığı gibi gruplar arasında “iç iktidar savaşı” başlamıştır. Sistemin kısa sürede işlemez hale gelmesinin temel nedeni yürütmenin hiçbir sorumluluk taşımıyor olmasıdır. Sorumluluktan azade olmanın sonucu yasaları ve yasalarda yazılı olmayan yetkileri en geniş yorumla kullanması, denetlemeyi kabul etmeyen yeni sistemin doğası gereği kendini yasalarla değil; sistemin sürekli değişen, genişleyen gereksinimlerine bağlı sayması olmuştur.

YA HALK BAŞKA TÜRLÜ GÖRÜYROSA

Yasamayı, yürütmeyi ve pratik olarak yargıyı tek elde toplamasına rağmen dağılmanın önlenemez oluşu aslında bir çelişki değil, tam da bu nedenle ortaya çıkmış gerçekliktir. Var olan sistemi, onlarca yılda oluşmuş parlamenter düzeni bir çırpıda değiştirenler, halkın salt baskıyla yönetilemeyeceğini unuttular. Sözün yasa olduğu sistemlerde eninde sonunda sözün de yasanın da işlevsiz kalabileceğini anlatan tarihsel birikime dikkat etmediler. Pandemi nedeniyle ya da gerekçesiyle her türden protesto hakkı engellenir, insanlar evlerine kapatılırken; diğer yandan gerekli gördükleri örgütlenmiş gösterilere özgürlük bahşedilmesi, parti kongrelerinin tıklım tıklım doldurulması, “öyle gerekiyordu öyle yaptık” denilerek övgüyle anlatılması yasakların, salgınla mücadelenin ciddiyetsizliğini gösterdi. O nedenle yurttaşlar cezalara, baskıya, açık zorbalığa aldırmadılar. Kapalı kalmaya itiraz ettiler. Pandemiyi küçümsedikleri için değil ciddiyetsiz tutumlar nedeniyle sokaklara çıktılar. Yurttaşların; boş vermiş, aldırmaz halleri de gösterdi ki devlet olduğunu ilan etmiş, yasağı da cezayı da kime uygulanıp kime uygulanmayacağını da kendisi belirleyen iktidarı ciddiye almadıkları ortaya çıktı; haklı itirazlar bir tür “sivil itaatsizliğe” dönüştü.

Ama sonuçta iktidar sözünü ve eylemini kitabına uydurmaya bile gerek görmeyen militan ortakla birlikte desteğini hızla yitiriyor. Bu koşullarda geriye iki olasılık kalır; ya otorite mutlaklaşır, muhalefet siyasal ve fiziki güç yoluyla yok edilmeye çalışılır, -ki zor iştir- ya da uzun sürmesi imkânsız olan geçici dönemin yukarıda saymaya çalıştığımız özellikleri siyaseti tümüyle çürütür. Kaotik ortam mafya yöntemlerine özenen militan kadroları cesaretlendirirken, halkta da artık yeter bezginliğine yol açar. Siyasette çürüme, örgütlü suçlarla ilişkinin varlığının inkâr edilemez hale gelmesiyle, küçük “pudracıların”, artık komediye dönüşen yüksek maaşların tekil örnekler olmadığının anlaşılmasıyla, daha büyüklerinin saklı kalmasının giderek zorlaşmasıyla da kendini gösteriyor. Tüm bu çürümeden kaynaklanan ve hemen her yere sızan kokunun tanıdık “dezenfektanla” bastırılmaya çalışılması artık imkansızdır.

AYNI TERAZİ TARTAR MI

Ekonomide çürümeyi uzun uzun anlatmaya gerek var mı bilmiyorum; kapitalist sistem tökezliyor, Türkiye sisteminin mekanizmaları çalışmaz durumda. Merkez Bankası olaylarında görüldüğü gibi krizi yönetecek beceriden yoksundurlar; gelir kaynaklarını bir avuç şirkete aktarmayı sürdürerek ayakta kalabileceklerini, “aşılandık” kampanyalarıyla turizmi kurtarabileceklerini sanıyorlar. Sistemin geleceğinden kuşku duyan büyük sermaye bir yandan işçi sınıfının zapturapt altına alınmasından büyük mutluluk duyarken uzun sürmüş balayının sistemi tehdit edebilecek çalkantılarla akamete uğramasından korkuyor. Ama otoriter yönetimleri denetleyebilecek, vahim hataları dizginleyecek bir reflekse sahip olmadığı için gözünü dışarıdan gelecek uyarılara çevirmiş durumda.

Toplumsal yapı da dağılma belirtileri gösteriyor. Bugüne kadar iktidar partisinin en önemli toplumsal desteğini oluşturan orta kesimler, esnaf büyük bir yıkımı tetikleyen pandemi ile birlikte hızla yoksullaşıyor, aynı tablo kırsal kesimde de görülüyor, mülk sahibi çiftçiler kullandıkları kredileri ödeyemez hale geldikleri için traktörlerinin haczedildiğini gördüler. Doların yükselişine bağlı olarak girdi fiyatlarındaki artışlar da onları zor durumda bıraktı. Ürünü uygun fiyatta satabilmek imkansızlaştıkça tarımı terk edenlerin sayısı arttı. Esnaf, çiftçi çaresizliğini dile getirdikçe hiç bu kadar yakından görmediği baskıyla karşılaşıyor.

Toplumu tümüyle saran dağılmayı çürümeyi bir barometre gibi gösteren, asli fail olarak çürümeye katkıda bulunan medyanın durumu da üzerinde durulmayı gerektiriyor. Medyanın tümüyle siyasi iktidarın denetimine girmiş kesimi çürümeyi kendi çaresiz varlığıyla, dökülen eti kemiğiyle, dayanılmaz kokusuyla yansıtırken, artık sayıları iyice azalmış gerçekçi olması beklenen “muhalif” medyada da giderek korkunun ve orta yolculuğun, her zaman egemenlerin tarafına geçmenin etkin yolu olmuş sözde “politik doğruculuğun” tuzağına düşenler artıyor. Zalim ile mazlumu, haklı ile haksızı eş kefelerde tartmayı tarafsızlık zanneden, gerçeğin izin sürmeyi unutan muhalif medya, ne yazık ki zaman zaman doğru yolu ve kendini yitiriyor.

***

Bu gidişi durdurmanın toplumsal itirazın örgütlenmesinden başka çaresi yoktur. Toplumsal itiraz hemen her alanda kendini gösteriyor, kuşkusuz görüneni görmek de kolay iş değil. İdeolojik süzgeçleriniz izin vermiyorsa, en önemli sorunları örneğin, laikliğin başına gelenleri görmezden geliyorsanız, yalnızca “biz daha çok veririz”le iktidar olunabileceğini sanıyor, sağa değil sola dümen kırmadan başarının hayal olduğunu fark etmiyor, niteliksel bir değişimin gerekliliğini görmüyorsanız, görünen köyün görmeyen kılavuzları olmaktan kurtulamaz, gittikçe yaygınlaşan toplumsal itirazla birlikte olamaz, sanal bir meşruiyetin sınırları içinde yitip gidersiniz.

Bu yazının nefes nefese bir yazı olduğunun farkındayım. Ama bu doğaldır; çünkü nefes almakta zorlanıyoruz. Çünkü maskelerimizin altında zorla almayı başardığımız her nefeste, her yeri kaplayan dayanılmaz bir koku bulutunun içine giriyoruz sanki…