Antiemperyalist olmak, küresel kapitalizme karşı bir ülke halkının tamamının dinine, ırkına, mezhebine bakmaksızın hakkını savunmaktır. Emekçilerin ayaklarını bastıkları topraklara ait tüm kültürel değerleri içermelidir. Aydınlanmadan, laiklikten yana olmaktır.

Geçen hafta ilk bölümü yayımlanan ve esas olarak uluslaşma modelleri ile milliyetçilik akımını Türkiye bağlamında incelediğim yazımın bu ikinci ve son bölümünde, “ulusalcılık” kavramını tartışarak, “yurtseverlik” anlayışının neden farklı olduğunu irdeleyeceğim

Son 20 yıldır Türkiye’nin siyaset diline giren “ulusalcılık” kavramı, aslında sınırları net şekilde çizilemeyen, genel ve soyut bir niteleme olmanın ötesine geçemedi. Daha da önemlisi, gericiler ve liberaller tarafından olur olmaz kişi ve çevreleri suçlamak için sıkça kullanılan bir kavram olmasına karşın, üzerinde doğru-dürüst çalışma da yapılmadı.

Genellikle sözlük anlamından yola çıkarak ulusalcılık ile milliyetçiliğin aynı şey olduğu söylendi. İlk bakışta doğru gibi görünse de biri Farsça diğeri Türkçe olan bu iki kavram gerçekte çok farklı bir anlam yüküne sahiptir. Çünkü siyasal ve felsefi oylumu olan bazı kavramlar her zaman düz bir çeviriyle karşılanamaz. Özellikle siyasal kavramlar, tarihsel ve toplumsal koşulların ürünüdür. Ulusalcılık da böyle kavramlar arasındadır. Bu nedenle olsa gerek, MHP başından itibaren ‘ulusalcılık’ kavramına itiraz etti.

Ancak liberaller ve dinciler, milliyetçilik ile ulusalcılığı her zaman bir ve aynı anlamda kullandı. Oysa bu yaklaşım gerçeği ifade etmiyordu. Çünkü kendilerini “ulusalcı” diye tanımlayan kesimlerin gerici /muhafazakâr Soğuk Savaş milliyetçiliği ile aralarına mesafe koymak ve bu kesimlerden ayrı durmak istedikleri anlaşılıyordu. Ulusalcılık kavramını kullananlar ya da bu sıfatla anılmaya itiraz etmeyenler, emperyalizme karşı oldukları gibi cumhuriyet devrimlerine bağlı, laiklik ve aydınlanmadan yana olduklarını da ifade etmek istiyorlardı. Şeriata ve İslamcılığa karşı olmak ortak paydalarıydı. MHP’nin temsil ettiği Soğuk Savaş milliyetçiliği ile bir ilgilerinin olmadığını anlatmak için özellikle “ulusalcı” kavramını tercih ediyorlardı.

Ulusalcıların belli bir bütünlükleri, örgütlülükleri, sözcüleri ya da liderlikleri yoktur. Somut olarak “ulusalcılar kimdir” diye sorulsa, buna hemen yanıt vermek zordur. Daha çok, siyasal bir refleks ve kendiliğinden gelişen cumhuriyetçi-modernist bir tepki akımıdır. Önemli bir bölümü kendilerini solda görse de sosyalizmle bir ilgileri yoktur. Bütünlükten uzak ve eklektiktir. Dolayısıyla, ‘sağ’ ve ‘sol’ yorumlara açıktır.

Bu bahiste -bir tür turnusol kağıdı gibi- en önemli ayrım Kürt sorununa yaklaşımda ortaya çıkıyor. Çünkü, ulusalcıların Kürt sorununa bakışları ile hâkim ulus ideolojisi ve milliyetçiliği hemen hemen örtüşüyor. Dolayısıyla ulusalcıların antiemperyalizmi de sınırlı bir politik tutuma işaret ediyor. Bu, antikapitalist olmayan bir emperyalizm karşıtlığı oluyor.

SOL ARADAN ÇEKİLİNCE

Emperyalizmin, popüler dilde “küreselleşme” de denilen yeni aşamasında, neredeyse her ayrı etnik gruba, her farklı dile ve lehçeye, her farklı kültüre, uluslaşma kapasitesine sahip olup olmadığına bakılmaksızın ayrı devlet kurdurma girişimine tanık olduk. Bu durum, liberalizmin etkisi ve büyük bir yanılsama ile çok kültürlülük, özgürlükçülük, hatta “ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı” diye yorumlandı. Oysa emperyalizmin yeni aşamasında, sermayenin küresel planda serbest dolaşımının önündeki siyasal, kültürel, fiziksel ve ideolojik engelleri kaldırma stratejisi izleniyordu. Bu yönelime uygun olarak güçlü ulus devletleri parçalayarak daha küçük, transparan sınırlara sahip, güçsüz ve denetlenebilir siyasal birimler oluşturmak isteniyordu.

Öyle ki Yugoslavya, Avrupa’nın ortasında 10 yılda 7 parçaya bölündü. Küçük yeni devletler, Amerikan ve AB bayrakları sallanarak “bağımsızlık” kutlandı. Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Doğu Avrupa kana bulandı. Dünyanın güneyi parçalanıp ufalanırken, kuzeyin kapitalist merkez ülkeleri ise sınırlarındaki dikenli telleri daha da yükseltiyordu. ABD-Meksika sınırına bildiğiniz anlamda duvar örülmeye bile başladı.

Sovyetler Birliği ve sosyalist blokun dağılmasından sonra, sadece sosyalizmin değil, genel olarak solun da güçlü ve çekici bir alternatif olmaktan -bir süreliğine de olsa- çıktığı bir dünyada, bu boşluğun başka / yerel akımlar ve ideolojiler doldurulması kaçınılmazdı. Emperyalizmin bu yönelimine ilk tepki, ulusalcı ya da milliyetçi motiflerle ortaya çıktı. İkinci tepki ise kapitalizm öncesi ideolojilere yaslanan dinci hareketler kanalıydı.

Kilisenin görece muhalif bir geleneğinin bulunduğu, toplumun genel olarak sekülerleşmiş olduğu Latin Amerika ülkelerde daha çok laik karakterli “ulusalcı” akımlar güçlenirken; aydınlanma ve modernleşme geleneğinin çok zayıf olduğu, kendi ortaçağını aşamamış Müslüman ülkelerde ise solun bıraktığı boşluk siyasal İslamcı akımların güçlenmesiyle doldurulacaktı.

Bu durum, Türkiye gibi hem Müslüman hem de ciddi bir aydınlanma ve modernleşme geleneği bulunan ülkelerde ise, her iki akımın da gelişmesine ve bir biriyle çatışmasına yol açtı. Bu mücadeleyi, liberaller ve sol liberallerin ahmakça desteği, hatta ihaneti sonucu, şimdilik İslamcı hareket kazanmış görünüyor.

YURTSEVERLİK VE SOL

Sosyalist harekette önsel olarak doğru olduğu kabul edilen bir denklem vardır. Bu kalıp; “tutarlı bir antiemperyalist olmak için önce tutarlı bir antikapitalist olmak gerekir” diye ifade edilir. Bu yaklaşım doğrudur. Ancak bu denklemin tersi de doğrudur. Çünkü günümüzde tutarlı bir anti-kapitalist olmak için de tutarlı bir anti-emperyalist olmak gereklidir. Mahir Çayan’ın Marksist literatüre en önemli katkılarından biri olduğunu düşündüğüm, “Çağımızda emperyalizmin bir iç olgu haline geldiği” tespitini anımsarsak; emperyalizmi önemsizleştiren, antiemperyalist mücadeleleri “milliyetçilik” diye küçümseyen ya da lekelemeye kalkan liberal yaklaşımlarla, tutarlı bir sınıf mücadelesinin yürütülmesi imkansızdır.

Çağımızda, emperyalizmden bağımsız ulusal bir kapitalizm yoktur. Yani deyim uygunsa, artık “tek ülkede kapitalizm” mümkün değildir. Ancak bu durum emperyal anavatanların önemsizleştiği bir çağda yaşadığımız anlamına da gelmez. Dolayısıyla küresel kapitalizmin yurtsuzlaştığı iddiası doğru değildir. Lenin, ‘Emperyalizm’ kitabında, kapitalizmin işleyiş yasaları ve dinamiği gereği dünyanın tek bir tekele doğru gittiğini, ama bunun bir dizi siyasal, ulusal, kültürel vb engele takıldığı ve takılacağı için hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini belirtir.

ANTİEMPERYALİST OLMAK

Bu nedenle Antonio Negri ve Michael Hardt’ın ‘İmparatorluk’ kitabında ve bir dizi makalede ortaya attığı “sol küreselleşmeci” tezleri, üzerinden henüz 10 yıl bile geçmeden yaşam tarafından yanlışlanmış ve çökmüştü. Negri ve Hardt’ın emperyalizmi iptal eden “imparatorluk” tezleri ile sınıf mücadelesini ve işçi sınıfını silikleştiren “çokluk” teorileri, fantastik bir zihin egzersizi olmanın ötesine geçemedi. Sadece Irak’ın işgali, Suriye ve Libya’ya yapılan saldırılar bile, emperyalizmin yeni aşamasında klasik sömürgecilik yöntemlerine dahi başvurulduğunu ortaya koydu. Bu işgal ve sınır ötesi operasyonlar, emperyalist ülkelerin ulusal orduları, bayrakları ve simgeleriyle yürütülüyordu.

Antiemperyalist olmak, küresel kapitalizme karşı bir ülke halkının tamamının dinine, ırkına, mezhebine ve rengine bakmaksızın hakkını ve hukukunu savunmaktır. Solun ve emekçilerin ayaklarını bastıkları topraklara ait bütün kültürel değerleri çoğulcu ve birleştirici bir anlayışla içermesi demektir. Daha önemlisi aydınlanmadan, laiklikten, bilimden yana olmaktır.

Bu anlamda yurtseverlik yerelci değil, enternasyonalisttir. Yurtseverlik, halkçı /toplumcu bir karaktere sahiptir. Bu özelliği nedeniyle sadece emperyalizme değil, ulusal kapitalizme karşı bir mücadele potansiyeli de taşır. Her yurtsever sosyalist olmasa da her sosyalist yurtseverdir ya da olmalıdır.