Tarih boyunca, politik bir mecraya çekilen ve kimliğin nesnesi haline getirilen dinler rakipleri karşısında var olma mücadelesiyle karşı karşıya kaldılar. On yıllarca süren haçlı seferleri, mezhep çatışmaları, Ortadoğu coğrafyasında bitmeyen kanlı görüntüler ve kurumsallaşmış cemaatçi yapılar, şekil değiştirmiş ya da kimliğe indirgenmiş din anlayışlarının tezahürleridir. Evet, artık onlar sadece birer kimliktir, sahip oldukları toprakların kültürel yapısına göre de adları Museviliktir, Hıristiyanlıktır, Müslümanlıktır. Zira varoluş nedenleri ahlaklı kişilikler oluşturmaksa kendileriyle çatışan görüntüyü nereye koyacağız? Üç dinin de karakterini oluşturan, çalmayacaksın, öldürmeyeceksin, yalan şahitlik yapmayacaksın, haksızlık/zulüm içinde olmayacaksın, nefret etmeyeceksin, tamahkâr davranmayacaksın gibi temel ilkelerin yerle bir edildiği apaçık ortada.

SÖZDE KİMLİKLER

Dünya nüfusunun yarısından fazlası Hıristiyan ya da Müslüman; on kişiden sekizi ise bir dine inanıyor. Soru şu: Dinler hedefledikleri toplumları neden oluşturamadı? Yoksa dinlerin devri bitiyor mu?

Tüm dünyada güç, para, makam, haz ve çıkar değerlerin hatta Tanrı’nın yerini aldı!

Müslümanların ise iddialarıyla alakaları yok:  Partisini/cemaatini/liderini korumak adına gözünü kıpmadan yalan söyleyeni mi ararsınız, şeyh- mürşit yerine koydukları kişilerin yanlışlarına rağmen peşlerinden gidenleri mi? Ya makamını kaybetmemek için kırk takla atanlara ne diyelim? Muaviye’nin dişi deve hikâyesinde olduğu gibi cehalet ve dalkavukluğun dindarlık ile birlikte anılması kişilikleri yok eden nominal Müslümanlığın diğer adı.

İMAN İÇSEL BİR DÖNÜŞÜMDÜR

Temel sorun nasıl inandığımızla alakalı. İmanın elde ediliş biçimi, bizim kişiliğimizi ortaya koymaya veya kişiliği bütünüyle yok etmeye yönelik bir süreçtir. Şayet imanı, insanın kendi kişisel var oluşunda içsel bir teslim oluş hareketi olarak kabul edersek, din kişiliğin kurulmasına yardımcı olur; bu şekilde dinin kolektif unsurlarını bir kenarda bırakırız.

Oysa inanma biçimleri doktriner bir hal aldığı için sorun oluşturuyor. Kilise Hıristiyanlığın doktrinini oluşturdu ve kendisine kim karşı çıktı ise aforoz etti. Keza İslam düşünce tarihinde de ekollerin ya da kişilerin birbirlerine yaklaşımı masum değil. Demem o ki, çerçevelerin dayatıldığı, baskı ve korkunun olduğu yerde kişilik oluşmaz. Beklentiler dahi bu oluşuma zarar verir. Cennet ümidi, cehennem korkusu ile yapılan ibadetlerin doğrudan ahlaka katkısı yoktur. Din kişisel ve içsel bir hareket haline dönüşmezse ahlak oluşmaz, çünkü kişilik ahlaki bir kavramdır. Doktrinler, kurumsallaşmış ve dogma haline gelmiş dinler bunu yaptıramaz. Bir yazı daha gerekiyor, tartışmaya devam edelim.