BIST 9.645
DOLAR 32,55
EURO 34,90
ALTIN 2.437,51

Hak ve adalet arayışının neresindeyiz?

En iyi koyunla en kötü koyun arasındaki fark, nihayet birkaç kilo et ve birkaç kilo sütten ibarettir.

İnsanlık olarak zor zamanlardan geçiyoruz. Hem devletler hem toplumlar hem de fertler planında zorlu sınamalardan, imtihanlardan geçiyoruz. Hak ve adalet arayışı ise bu sınama ve imtihanların nirengi noktasını oluşturuyor. Ancak öncelikle fert bazında bu hak ve adalet arayışının hakkını verebildiğimiz kanaatinde değilim.

Yukarıdaki düşüncelerin zihnime üşüşmesine neden olay onlarca olaydan birisi de Doğu Türkistanlıların maruz kaldığı zulüm…

Uygur Türklerinin maruz kaldığı Çin zulmü yeni bir şey de değil aslında. Onlarca yıldır gündemimizde olan bir mesele. Ama meselenin çözümü noktasında maalesef bir arpa boyu kadar yol alamadık.

Uygur Türklerini bu hak ve adalet arayışlarında yalnız bıraktık. Onların çığlıklarına karşı kulaklarımızı tıkadık adeta.

Oysa her şeyden önce bir insan olarak, sonra dindaş olarak, aynı milliyeti paylaşan insanlar olarak daha farklı davranmamız gerekmez miydi?

İşte tam da bu noktada insan olmamızın gereklerini sorgulamamız gerekiyor. İnsan olmanın gereklerini, hak ve adalet arayışında nerede durmamız gerektiğini irdelememiz gerekiyor.     

"Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik, fakat bu arada çok basit bir sanatı unuttuk. İnsan gibi yasamak..." diyor Martin Luther.

Dünyada insan kadar en iyisi ile en kötüsü arasındaki mesafe büyük olan bir başka varlık yoktur. En iyi koyunla en kötü koyun arasındaki fark, nihayet birkaç kilo et ve birkaç kilo sütten ibarettir. Ama en iyi insan bütün dünyayı aydınlatırken, sadece insanlar için değil, bitkiler, hayvanlar ve bütün bir varlık için rahmet olurken, en kötü insanın bir eylemi dahi bütün dünyayı zehirleyebilir.

İşte bu iki zıt kutup arasında kendine bir yer seçme, kabiliyeti ölçüsünde insanın iradesi dâhilindedir.

Ya arzularını ve nefsini en büyük değer yapar ve onları tatmin uğruna bütün bir ömrünü tüketir, ya da her anını bir sermaye gibi kullanıp geleceğini cennet yapar.

Necip Fazıl’ın dediği gibi, alçağın da bir seviyesi vardır. Hatta çukur olur. Çalar-çırpar, öldürür, aşağılar, bütün değerleri yıkar ve dağıtır. Topraktan ve iğrenç bir sudan yaratıldığını aklına getirmeden büyüklenir.

Hz. Ali’nin söylemi ile, iki çiş yolundan geldiğini unutur da kibirlenir.

Elindeki nimetleri kendi bilgi ve becerisinden sanır. Başına bir hal gelince de Allah’ı suçlar.

Denize düşünce kurtar Allah’ım diye bağırır! Ama karaya çıkınca eski isyanına geri döner.

Küçücük bir menfaat uğruna onurunu ayaklar altına alır da ciğeri beş para etmeyenlere yaltaklanır, temenna durur. Ama kendisini bir ömür boyu sayamayacağı kadar nimetlerle yaşatan Allah’a bir kez olsun teşekkür etme ihtiyacı duymaz.

İnsandan başka gerçeği gizleyen, yalan söyleyen bir varlık yoktur. Bacon’ın, Allah’a karşı kafa tutan, fakat insanlardan korkan bir serseridir insan sözü tamda buraya oturmuyor mu?

Naçizane bu tespit, Doğu Türkistanlılara yapılan zulüm karşısındaki sessizliğimiz ve hemen yanı başımızda cereyan eden herhangi bir haksızlık ve gayr-i adil vakıalara karşı gücün yönlendirmesi ile sesimizin desibelini ya da duruşumuzu belirlememiz, insanlardan ne kadar çok korktuğumuzun da bir resmi değil mi sizce?