Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        (Günlerce kar yağdı burada. Geniş geniş. Bu kadar çok karı Allah’ın şimdiye kadar nereye sakladığını, sonra hepsini üzerimize ne amaçla boca ettiğini düşünerek karın yağışını seyrettim çok uzun süre, sonra dışarı çıkıp uzun uzun altında yürüdüm.

        Telefonda mesajla bu halimi Bülent Korman’a anlatırken, “Tam Tolstoy’un ‘İnsan Neyle Yaşar’ hikayesi üzerine yazma ve tefekkür zamanı. Ne dersin?” diye yazdı bana. Tolstoy’un o hikayesini okumamıştım, buldum, hemen okudum, sonra daha önce yazdığım bir hikaye geldi aklıma. Bende kalsın istemedim.)

        *

        Bütün gün kelebekler uçuşmuştu içinde. Doğum günüydü. Herkes dağıldıktan sonra hediyelerini açmak için oturmuştu yatağına. Yatağın üstü paket doluydu. Oyuncaklar, kalemler, güzel güzel defterler, kolyeler, kıyafetler, küpeler… derken bir paketten bir kitap çıktı. Açtı kapağına baktı.

        Kitabın kapağında yalın ayak, çok üşümüş, karın kapladığı bir kaldırıma çömelmiş, yanında bir sürü yanmış kibrit çöpüyle zavallı bir kız çocuğu duruyordu... lapa lapa kar yağıyordu. Gecenin bir vaktiydi. Herkes sıcacık evindeydi. O ise kimsesizdi, evsiz...

        Bu o kitaptı, evet. Annesiyle babasının tartışmasına sebep olan kitap…

        Hatırladı o günü. Kendisi de insanların daha çok eceliyle öldüğü bu masalın geçtiği yere yakın bir şehirde büyümüş, oranın havasını suyunu bilen annesi; dağlar arasında bir yerde, ölümün kol gezdiği uzak bir sınır köyünde doğmuş babasına, bu masalı bu yalınlığıyla kızına okunmasına karşı çıkıyor, babası ise bu fikrine katılmıyordu.

        Odasında gözlerini kapatmış, uyuyormuş gibi yapmış, konuşmalarına kulak vermişti.

        Annesi, gece yarısı, kibritleri bitince hayal kurmaktan vazgeçip soğuğa teslim olan kızın hikayesinin bu yaştaki bir çocuğun ruhunda derin bir tahribat yaratacağını söylerken, babası tam tersini düşünüyor, hayatın gerçeğinin bu olduğunu, her gün sokaklarda buna benzer bir sürü çocuğun kimsesizlikten bu hallere düştüğünü anlatarak masalı ona okumak istiyordu.

        Annesi:

        “Sakın kızıma o masalı okuma, ben onun yaşında okumuş, helak olmuştum, hala satır satır aklımda, benim hissettiğimi o hissetsin istemiyorum,” dedi.

        Babası da;

        “Ne yani, çocuğumuza hep sonu mutlu biten masallar mı okutacağız?” diye sordu.

        Annesi:

        “Ne mahsuru var?” diye cevap verdi.

        “Sonra da hayatın hep masallardaki gibi olduğunu sansın... Öyle olmadığını görünce de afallasın! Hayatın gerçekleriyle şimdiden yüzleşsin,” dedi babası.

        Annesi:

        “Merak etme yakında o gerçeklerle zaten yüzleşecek,” dedi.

        Pes etmeye hiç niyeti olmayan babası bu kez;

        “Evet, bu kitabı okuyunca belki biraz üzülecek ama hep bu masal aklına geldikçe, ‘en güzel hayaller, en kötü zamanlarda kurulur’ sözüne daha çok inanmaya başlayacak, bu da iyi bir şeydir,” dedi ama nafile, annesi ikna olmadı.

        Bu konuşmaları hatırlayınca, kitabın babasının hediyesi olduğunu anladı. Babasından; hakkında onca şey duyduğu yazarın en çok bilinen masalını bir an önce okuma isteği belirdi içinden.

        Odasının kapısını kapattı, kitabın kapağını açtı.

        *

        Bir anda kitabın kapağındaki resimde görülen sokakta buldu kendini.

        Soğuktu, buzdan iğneler saplanıyordu her yerine. Sokak ıssızdı. Geceydi. Gece korkutucuydu.

        Etrafına baktı, masal atmosferinden eser yoktu.

        Yürüdü.

        Yerleri buz tutmuştu. Ayağı kaydı, sendeledi ama düşmedi. Paltosuna daha çok sarıldı ama nafile, sanki üzerinde hiçbir şey yoktu ve soğuk doğrudan doğruya iliklerine işliyordu. Daracık bir sokaktaydı. Evlerin küçük pencerelerinden ölgün ışıklar sızıyordu dışarıya. Gecenin geç bir saatiydi ve herkes uykudaydı.

        Bir evin önündeki taş bir basamakta, bir kız çocuğu uzanmış yatıyordu. Bu soğukta, bu buzun üstünde, bu kızın ne işi var burada diye düşündü. Yaklaştı. Kızın yanında bir mukavva kutu vardı. Yanı başında da bir sürü boş kibrit kutusu ve sönmüş bir yığın kibrit çöpü duruyordu.

        İlk önce kızın ellerine baktı. Bir elini yumruk yapmış, öteki avucuna almış, kapatmıştı. Avucunu açmaya çalıştı, açılmadı. Donmuştu. Küçük parmaklarının arasından ucu yanmamış bir kibrit çöpü duruyordu. Dürttü. Kız kıpırdamadı. Biraz daha hızlı tekrarladı aynı hareketi, kız kaskatıydı, ölmüştü.

        Yarın sabah bulacaklardı ölüsünü.

        O ise herkesten önce gelmişti cesedinin başına demek.

        Yardım istemek için etrafına baktı. Hiç kimse yoktu.

        Uzaklardan siren sesleri geliyordu.

        Sahi yılbaşı gecesi bile bittiğine göre, gecenin bir hayli geç bir saati olmalıydı.

        Çömeldiği yerden kalktı. Evlere göz gezdirdi. Hiçbir yerde hiçbir hayat belirtisi yoktu.

        Gözü bir anda bir ipe takıldı. Karşı kaldırımda, iki katlı bir evin üst katının penceresinden aşağı doğru sarkan kalın bir ipe! Ne tuhaf, bu ip de neyin nesiydi?

        Ona doğru yürüdü. Ucunu tuttu, sağlamdı.

        Çekti. Birazcık daha uzadı. Tekrar çekti, belli ki ucu sağlam bir yere bağlanmıştı.

        İpi eline doladı ve duvara tırmanmaya başladı. Bir iki çevik hareketle, kolayca ikinci katın penceresinin önüne geldi. Kafasını içeri uzattı. İçeride tek kişilik bir ahşap karyolada bir adam uyuyordu. Bitmekte olan bir mum titrek alevi aydınlatıyordu odayı. Adam sırt üstü uzanmış, içeri giren soğuğa aldırmadan mışıl mışıl uyuyordu.

        Biraz daha çekti kendini yukarı, zorlanmadan pencereden içeri girdi.

        Ahşap zemine ayak basınca, tahtalar gıcırdadı. Ayaklarının ucuna basa basa odanın içinde dolaşmaya başladı. Girdiği pencerenin sağında bir çalışma masası vardı. Masanın üzerinde bir mürekkep hokkası, bir sürü divit ve yazılmış, karalanmış bir yığın kağıt... Mürekkep hokkasını eline aldı, içine bakmaya çalışırken bir anda mürekkep üzerine döküldü. Annesi geldi aklına. Doğum günü için giydiği elbisesi berbat olmuştu. Gözlerini yerden kaldırdı. Karşı duvardaki raflara dizilmiş kitapları gördü... Ciltli, ciltsiz bir yığın kitap... Yatağın başucunda bir sehpa vardı. Sehpanın üzerinde bir maşrapada su... Maşrapaya dokunmadı, neme gerek onu da dökerim diye düşündü. Sehpanın üzerinde bir kağıt vardı, baktı yazıyı gördü, içinden okudu:

        “Ölmedim, uyuyorum.”

        “Bu ne tuhaf not böyle,” diye düşündü. Evin içinde yürürken, ayağı ipe takıldı, gürültüyle ahşap zemine kapaklandı. Düşer düşmez, uyuyan adam uyku sersemi yataktan fırladı, onun da ayağı ipe takıldı, onun yanına düştü. İkisinin kafası birbirine yakın gelmişti, göz göze geldiler.

        Adam telaşla peş peşe sorular sormaya başladı:

        “Sen de kimsin? Hırsız mısın? Ne oldu? Yangın mı çıktı?”

        Çabucak ayağa kalktı, adamın koluna girdi, onu yerden kaldırdı.

        “Sakin olun. Buraya nasıl geldiğimi ben de bilmiyorum. Asıl siz kimsiniz?” dedi.

        Bu cici kızın pek hırsıza benzemediğini gören adam bir anda sakinleşti.

        “Benim adım Hans Christan Andersen. Yazarım. Burası benim evim. Senin ne işin var evimde?” diye sordu.

        Bu adı duyunca iyice rahatladı. Gökte ararken yerde bulmuştu onu.

        “Kibritçi Kız’ın yazarı Andersen mi?”

        Gururlu bir edayla;

        “Sadece Kibritçi Kız mı, Çirkin Ördek Yavrusu’nu da, Karlar Kraliçesi’ni ve daha bir çok masalı ben yazdım… Masalları öylesine yazıyorum ben asıl romancıyım,” diyerek yattığı yerden kalktı Andersen, terliklerini aradı, yatağın kenarında buldu, ayağına geçirdi. Yataktan fırlarken çarpıp devirdiği sandalyeyi doğrulttu, ona oturması için işaret etti, kendisi de yatağın kenarına ilişti. Üşüyor gibiydi...

        Aklından geçen her şeyi sormanın tam sırasıydı. Nereden başlamalı diye kısa bir tereddüt geçirdi ve hemen ilk aklına gelini sordu:

        “Şu ip neyin nesi? Niye sarkıtmıştın pencereden onu? Benim gibiler tırmansın diye mi?” dedi gülerek.

        Bu küçük şaka Andersen’in de hoşuna gitti, o da güldü:

        “Hayır, benim yangın fobim var. Malum, evim ahşap, Tanrı göstermesin bir yangın çıkarsa, çabucak pencereyi bulayım diye her gece aynı ipi pencereden sarkıtarak uyuyorum, o yüzden ucunu yatağıma bağladım. Tuhaf bir ziyaret oldu ama neyse. Söyle bakalım nerden geldin sen, buralıya benzemiyorsun?”

        “İstanbul’dan.”

        “İstanbul” lafını duyunca Andersen yerinden sıçradı, yüzü aydınlandı:

        “Ben gittim oraya. Hiçbir masalım o şehir kadar güzel değildir.”

        Kız şaşırdı.

        “Ne zaman gittin?”

        “Uzun hikaye.. Bir rüya diyarı.. Aklıma, kalın gövdesi ile evlerin ahşap duvarlarına sarılan, oradan da yolun üstünü yapraktan bir çatıyla örterek komşu eve uzanan, etrafı yeşilliğiyle süsleyen asmalar geliyor İstanbul deyince! Neyse Madem sana iki sırrımı verdim, kendime dair sana başka şeyler de anlatabilirim. İstanbul’a gidince sen de masallarımı okuyan arkadaşlarına anlatırsın belki, hatta hava bile atabilirsin. Ama sakın bunları benden duyduğunu söyleme, sana inanmazlar,” dedi gülerek ve sordu:

        “Başka ne merak ediyorsun bana dair?”

        “Ya şu not? Başucuna koyduğun şu not niye?”

        Andersen bir sırrını daha verip vermeme konusunda kısa bir tereddüt geçirdi. Sonra hemen toparladı:

        “O da başka bir fobinin neticesi... Uykum derindir. Bazen öyle sessiz ve derin uyurum ki, görenler beni ölü sanabilir. Öldüğümü sanıp götürüp gömmesinler diye bu uyarı notunu hiç başucumdan eksik etmiyorum uyurken.”

        Yaşlı masalcının anlattıklarını ilk defa duyuyordu. Şimdi bu tuhaf adamı daha çok merak etmeye başlamıştı. Anlatmaya devam etti:

        “Ben senin yaşındayken, hatta daha da küçükken, babam bana her gece, ama istisnasız her gece masal anlatırdı. Anlatırdı, okurdu, okurdu anlatırdı. Beni hiçbir gece masalsız uyutmadı ta on bir yaşıma kadar. En çok da La Fonten ve Bin Bir Gece Masallarını... Bilir misin onları?”

        “La Fonten’in masallarını biliyorum,” dedi kız. “Daha okuma öğrenmeden önce babam bana okurdu. Ama babam, hani ‘Karga ile Tilki’ masalı var ya, işte onu değiştirmekten büyük zevk alıyordu. Babama göre karga aptal falan değil, önce peynirini afiyetle mideye indiriyor, sonra da ağzını şapırdata şapırdata o bet sesiyle tilkiye şarkı söylemeye başlıyor. Tilki de onun sesinden kaçıyor.”

        İkisi aynı anda gülmeye başladılar. Andersen sözü aldı:

        “Belli ki baban muzip birisi. Ama benim babam öyle değildi. Sertti biraz, ne de olsa deli bir annenin oğluydu. Evet benim büyük annem deliydi. Az kişi bilir bunu. Akşama kadar kendine soru sorar, kendisi cevap verirdi sorularına. Ve durduğu her yerde karşısında bir ayna varmış gibi dururdu. Annem çamaşırcıydı. Bütün gün sabunun, suyun içindeydi. Alkolikti ve hep sarhoştu.”

        Andersen’in anlattığı her şey tuhaftı, pürdikkat dinliyordu onu, Andersen devam etti:

        “Fakir bir ailede büyüdüm. Babam ayakkabıcıydı. Papaz bir komşumuz vardı. Büyük bir kütüphanesi vardı papazın. Her fırsatta evine gidiyor, kitap alıyordum. Ama asıl hayal dünyamı büyüten babam oldu. Ayakkabıcı olduğuna bakma, masal delisiydi. O anlattıkça benim hayallerim memleketim Danimarka’nın dışına taşmaya başladı. Ama talihsizlik işte... 11 yaşında beni bırakıp gitti, öldü. Neden öldüğünü sorma, öldü işte. Ben yalnız kaldım. Annemle çamaşıra gittim, boş zamanlarımda eve kapandım, hayal ettiğim masalın hem kralı hem prensi hem de uşağı oldum. Daha çok gençken, 30 yaşında falanken yazdım ben o masalı biliyor musun?”

        Boş bulundu:

        “Hangi masalı?”

        Onun bir sırrını ele veriyormuş gibi, sesini biraz daha alçaltarak,

        “Seni buraya getiren masalı. Kibritçi Kız’ı...” dedi.

        “Beni o masalın buraya getirdiğini nereden biliyorsunuz?”

        “Bilmez miyim? O masalı okumuş senin yaşındaki her çocuk, masalın geçtiği mekanı merak etmiş, birazcık da bana öfke duymuştur. Özellikle anneler...”

        Madem mevzuyu o açtı, o halde sormanın zamanıydı:

        “Evet, benim annem de öyle. Masalınızı bana okutmak istemedi, ben ondan gizli gizli okudum ve çok üzüldüm.”

        Andersen bunu beklemiyormuş gibi:

        “Niye üzüldün?” diye sordu.

        Cevabı çoktan hazırdı:

        “Zalimliğinize... O küçük, kimsesiz kızın, o Yılbaşı gecesi donarak ölmesini okuyup da üzülmeyecek çocuk var mı?”

        Andersen:

        “Var!” dedi.

        Bu cevabı beklemiyordu, şaşırdı:

        “Kim?” diye sordu.

        “Hayal kurmayı sonsuz bir alışkanlık haline getirenler mesela” diye cevap verdi Andersen.

        Cevabı ikna edici bulmamıştı:

        “Kibritçi Kız hayal kurmuyor mu? Hem de ne hayaller! İlk kibritle kendini sıcacık bir evde, büyük bir ocağın karşısında, arkasında kalın yünlü bir hırka, ayaklarında kürklü terlikler, ısınmış, terlemeye bile başlamış olarak görüyor.”

        “Masalımı bana anlatıyorsun...”

        “Evet... ikinci kibritte mükellef bir sofrada, nar gibi kızarmış kaz görüyor, ağzı sulanıyor, elini uzatıyor... acıkmış ya...”

        Andersen araya girdi:

        “Tam o sırada kibrit sönüyor.”

        “Evet, gittikçe zalimleşiyorsunuz. Üçüncü kibritte, yaz gecesi kırda, bir ağacın altında, sıcak havada yıldızları seyrediyor.”

        Andersen sözünü kesiyor:

        “Derken bir yıldız kayıyor, gökyüzünde geniş bir yay çizerek uzaklaşıyor, sönüyor. Kızcağız, ‘işte birisi daha öldü’ diye mırıldanıyor.”

        Sözün burasında kızın gözleri büyük büyük açılıyor. Bir çığlık atar gibi:

        “Evet, babamın çocukluğunda olduğu gibi. Onun çocukluğunda bir yıldız gökyüzünden düştüğünde, onlara ‘dünyanın bir yerinde bir şair öldü’ dermiş annesi... Çok tuhaf... Onlar sizi biliyor olamazlar?” dedi.

        Andersen başını salladı, devam etti:

        “İnsanlar birbirinden ne kadar uzakta yaşarlarsa yaşasınlar, gökyüzü ve yıldızlar hepsine eşit mesafede uzak veya yakındır. O yüzden...”

        Bu sözlerden pek bir şey anlamadı ama olsun, onun aklı hikayenin gerisindeydi.

        “Dördünce kibritte, ‘her yıldız düştükçe, yeryüzünde biri ölürmüş’ diyen ninesini ona doğru gelirken görüyor kız. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi... geliyor, kollarını açıyor, torununu kucaklıyor, alıp göklere doğru götürüyor.”

        Kızıyor ona, ama kızgınlığını belli etmeden:

        “Götürmüyor. İşte orada yatıyor. Karşı kaldırımda, sizin bıraktığınız yerde. Ben biraz önce gördüm cesedini.”

        Andersen, söylediklerine hiç şaşırmıyor.

        “Haklısın ama o öyle hayal ediyor kızım. Ben masalımın nasıl bittiğini bilmez miyim.”

        Yaşlı masalcıya çatmanın tam zamanıydı:

        “İşte bu yüzden bütün çocuklar gözünde acımasız, gaddar birisisiniz. Niye öldürdün o kızı? Hem o kadar hayal kurdurup sonra da öldürmek! Hiç mi acıma duygusu yok sizde?”

        “Olmaz olur mu yavrum?” diye cevap verdi Andersen. “Ben acıyı en iyi bilenlerdenim. Babasız, hatta annesiz büyüdüm. Ama beni hayata bağlayan tek şey kurduğum hayaller oldu. Hayallerim sayesinde bugüne kadar yaşadım.”

        “Ama Kibritçi Kız’a sadece dört hayal hakkı tanıdın, nasıl bir cimrilik bu böyle?”

        Andersen güldü:

        “Masal bu... her masalın bir sonu var çocuğum. Daha fazla uzatamazdım, sıkılırdınız sonra. Ama buraya kadar onu okuyacak olanlara bir şey anlatmaya çalıştım.”

        Şaşkınlık ve merakla:

        “Neyi?” diye sordu kız.

        “Benim kahramanım, kibritleri bittiği için soğuktan donarak ölmüyor ki. Hayal kurmaktan vazgeçtiği için ölüyor. Ben bu masalımda, şartlar ne olursa olsun, hayal kurmaktan asla vazgeçmeyin, yoksa ölürsünüz diyorum.”

        Hiç böyle düşünmemişti. Demek yazarın niyeti başkaymış.

        Andersen devam etti anlatmaya:

        “Genelde bütün masallar mutlu sonla biter. Ama acılara bağışıklık kazanmak için, her masalın mutlu sonla bitmediği görülsün istedim. O yüzden bence bütün anneler babalar daha küçükken bu masalı çocuklarına okumalı. Onları hayal kurmaya teşvik etmeli.”

        Az biraz aklı karışmıştı ama yaşlı masalcının anlattıkları onun için yeni şeylerdi. Hiç birisini daha önce duymamıştı. Bunları düşünürken, Andersen içini ısıtan bir şey daha söyledi:

        “Kibritçi Kız’ın ölümüne fazla üzülmeyin derim sana. Çünkü, ne zaman bir çocuk ölse, gökyüzünden beyaz kanatlı bir melek iner, onu kollarına alır, kocaman beyaz kanatlarını açarak onunla sevdiği yerlerin üzerinde uçar, oradan Allah’a bir demet çiçek derleyerek yanına varırlarmış.”

        Andersen, damarları şişmiş elini onun yanaklarına götürdü, orada birikmiş olan gözyaşını elinin tersiyle sildi.

        “Ağlama güzel çocuğum. Sen sen ol, her şart altında hayal kur. Hayal huzur verir. En güzel hayaller, en kötü zamanlarda kurulur, bunu da unutma.”

        Bu söz bir anda onu dürttü. Daha önce birisinden duymuştu. Kimdi bunu söyleyen sahiden, nerede söylemişti... derken aklına geldi. Annesiyle babası “Kibritçi Kız” üzerinde tartışırken babasının ağzından çıkmıştı.

        *

        Çalınan kapının sesi onu gittiği dünyadan geri getirdi. Kapıya baktı, annesi kafasını içeri uzattı. Elindeki kitabı telaşla kapattı.

        Annesi:

        “Niye ağlıyorsun kızım?” dedi telaşla.

        Ona gülümsedi, kollarını açtı:

        Mutluluktan anneciğim,” dedi.

        Diğer Yazılar