Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Netflix’in yeni mini dizisi Almanya–ABD ortak yapımı ‘Unorthodox’, Deborah Feldman’ın 2012’de yayımlanan, ‘Unorthodox: The Scandalous Rejection of My Hasidic Roots’ adlı otobiyografik kitabından yapılan bir uyarlama…

        Deborah Feldman, New York, Brooklyn’deki Williamsburg semtinde yaşayan Hasidik Yahudi cemaati Satmar’ın içinde doğup büyümüş biri…

        Yolu New York’tan geçenlerin çoğu Hasidik Yahudilerini bilir. Yandan sarkan saç lüleleriyle dikkat çeken erkekler üniforma gibi aynı giysileri giyer, aynı şapkaları takarlar. Kadınları ise saçlarını göstermemek için peruk takarlar.

        Biraz inceleyip araştırdığınızda, Hasidik Yahudilerinin İsrail devletini tanımadıklarını, siyonizme karşı olduklarını görmeniz mümkün. İnternetteki bazı kaynaklarda, dini dogma ve ritüellerin yerine iman duygusunu ön plana çıkarmalarının yanı sıra Mavi Marmara olayları sırasında Türkiye’yi desteklediklerine dair bilgiler de yer alıyor. Ne var ki, 4 bölümlük ‘Unorthodox’ dizisi, soykırımda yaşadıkları ağır travma haricinde, Ortodoks Hasidik Yahudilerinin geçmişi, diğer Musevilerle olan farkları ve siyasi yaklaşımları gibi konulara girmiyor.

        ‘Unorthodox’, genç bir kadının özgürlüğüne kavuşma ve kendini bulma mücadelesine odaklanıyor. Hasidik cemaatinin yaşadığı Williamsburg, dizinin daha ilk sahnesinden bir tür ‘hapishane’ gibi tasvir ediliyor…

        Hapishanenin duvarları yok belki ama cemaatin sıkı sıkıya uyduğu kurallar, dini kısıtlamalar ve ‘erüv’ dedikleri teller en az duvarlar kadar etkili... Dizinin ilk karesinde gördüğümüz kopuk tel nedeniyle ‘erüv bozuluyor’ ve kaçma hazırlıkları yaptığını anladığımız Esty (Shira Haas), kurallar gereği elindeki küçük çantayla yaşadığı binanın dışına çıkamıyor. Dahası, binanın girişindeki diğer kadınlar ve çocuklar da bir yere kıpırdayamıyor. Bir kadın Esty’ye ‘Çocuğun olmadığı için şanslısın, çantanı bırak çık’ diyor… Esty de öyle yapıyor ama bu kez de yolda karşılaştığı bir kadın yanlış yöne yürüdüğünü söyleyerek nereye gittiğini sorguluyor… Esty mahalleden çıkana kadar rahat edemiyor. Esty tüm bu açılış sahnesinde hapishaneden kaçan bir mahkûmdan farksız.

        Berlin’den itibaren dizi, üç ayrı kulvardan ilerliyor. Esty’nin kendine yeni bir hayat kurmak üzere kaçtığı Berlin’de yaşadıklarının yanı sıra flash-back sahneler eşliğinde New York, Williamsburgh’deki geçmiş hayatından kesitler görüyoruz… Üçüncü kulvarda ise Esty’nin eşi Yanky (Amit Rahav) ve akrabası Moishe’nin (Jeff Wilbusch) hahamın emriyle ‘gelini yuvasına geri getirme operasyonu’nu seyrediyoruz… Yanky ve Moishe’nin klişe kötü adamlar olmaması, dizinin artı puanlarından biri… Berlin’in özgür ortamında Esty’yi ararken onlar da duyguları, arzuları ve katı inançları arasında kalıyor, kendi iç çatışmalarıyla boğuşuyorlar.

        Esty’nin yıllar önce Satmar cemaatinden kaçan annesi Leah (Alex Reid), dizinin anahtar karakterlerinden biri; çünkü Leah, cemaatle arasındaki gemileri yakmış, kendine yeni hayat kurmuş bir kadın…

        Esty’nin Berlin’e kaçma kararı alana kadar New York’ta yaşadıklarını gösteren sahnelerin, dizinin en sağlam ve etkileyici yanını oluşturduğunu düşünüyorum. Diziye temel olan kitabın yazarı Deborah Feldman ve Ortodoks Yahudileri çok iyi tanıyan bir danışmanın (Haham rolünde oynayan Eli Rosen) katkılarıyla çekilen bu sahneler, yer yer bir döküdrama tadına ulaşıyor. Burada, sadece görücü usulüyle başlayan bir evliliğin öyküsünü seyretmiyoruz. Cemaatin, kadının toplum hayatındaki yeri konusunda ne denli bağnaz ve gerici olduğunu da görüyoruz. Sadece erkekler üzerinden değil, geleneğin katı şekilde devamından yana olan yaşça büyük akraba kadınlar üzerinden kurulan bir baskı bu… Berlin’de karşımıza çıkan İsrailli genç kız öğrencinin ifade ettiği gibi ‘kadının bebek yapma makinesi’ olduğu bir zihniyetten kaçıyor Esty… Kadınlar, doğumdan ölüme kadar bütün hayatlarını belirli kural ve kısıtlamalarla yaşamak zorundalar. Gerçi erkeklerin de özgür oldukları söylenemez. Öyle ki akıllı telefon kullanmaları dahi yasak…

        Bir hapishane gibi tasvir edilen Williamsburgh’a karşı Berlin, Esty’nin özgürlük duygusunu tattığı şehir olarak çıkıyor karşımıza… Yönetmen Maria Schrader ve görüntü yönetmeni Wolfgang Thaler, Berlin’i cömert gün ışığı altında aydınlık, ferah umut dolu bir şehir olarak getiriyor karşımıza. Berlin’in bir Alman şehri olmasından ziyade çok kültürlü yapısına yapılan vurgu kuşkusuz çok önemli. Özellikle, farklı etnik kökenlerden gelen öğrencileri ve hocaları bir araya getiren müzik konservatuvarı, Esty’nin yeni ve özgür hayatının başladığı yer olarak filmde simgesel bir yere sahip. Konservatuvar binası, Esty için geçici bir sığınak ve gelecek anlamına geliyor. Mekânlardan söz etmişken, annesinin oturduğu, modern mimari örneği binayı göz ardı etmeyelim. Bu beyaz apartman, sadece dış görünüşüyle dahi filmin özgürlük imgelerinden biri. İçeri girdiğimizde de meydana açılan balkonu, gün ışığıyla dolu salonu ve ferah odalarıyla, New York’ta yaşadığı içe dönük orta sınıf Hasidik evlerinin düzenli, soğuk atmosferine bir alternatif teşkil ediyor…

        Berlin, Yahudiler için travmanın sembolü olan bir şehir aynı zamanda… Şehrin her yanı, soykırım anılarıyla dolu. Hasidik Yahudilerinin New York’taki gettoda sürdürdükleri aşırı korumacı ve muhafazakâr yaşam tarzı, soykırım travmasının bir sonucu olarak sunuluyor filmde. Berlin, onlar için sürekli acıyı hatırlatan bir şehir… Annesi nedeniyle Berlin’e gelen Esty de geçmişte yaşanmış trajediyi görmezlikten gelmiyor ama bir noktadan sonra, geleceğe odaklanmanın daha doğru olduğunu düşünüyor.

        Soykırım kararının alındığı villanın kıyısındaki gölün sularına girmesiyle Esty geçmişin ağırlığından, cemaatin baskılarından kurtulup arınıyor… Görüntü yönetmeni Thaler, bu sahnede filmin o anına kadar karşımıza çıkmayan yumuşak, sıcak bir gün batımı ışığı kullanıyor… Yönetmen Maria Schrader sahneyi, göle yaklaşan Esty’nin bakış açısını takip eden hareketli kamera çekimleriyle açıyor ve gölün havadan kuş bakışı çekimiyle sona erdiriyor. Bu sahne dahil yönetmenlik, Berlin’deki bütün çekimlerde hiç aksamadan işliyor ve filme çok şey katıyor. Ama aynı övgüyü senaryo için yapmam mümkün değil.

        Deborah Kelly’nin kişisel gözlemlerini izlediğimiz otobiyografik New York sahnelerindeki gerçekçi hava, Berlin’de her şeyin ölçülüp biçildiği bir ‘senaryo matematiği’ne dönüşüyor. Diğer bir deyişle, hikâye Berlin’de tümüyle simgeler üzerinden anlatılıyor. Sözgelimi, annesinin Berlin’de oturduğu apartman dairesi Williamsburg’da oturduğu evle simgesel anlamda kontrast teşkil ediyor ama Leah’ın bakıcı maaşıyla öyle güzel bir dairede nasıl oturduğunun açıklaması gelmiyor.

        Berlin’de, Kelly’nin gerçek yaşam öyküsünden uzaklaştığımız çok belli ama sorun bu değil… Deborah Kelly’nin Hasidik cemaatinden kopuşu, filmde anlatıldığı gibi gerçekleşmiyor olabilir; buna hiçbir itirazım yok. Sonuçta kurmaca bir film çekiyorsunuz. Önemli olan, öykünün gerçekleri bire bir yansıtması değil, konunun özünü kavraması… Mesela, Deborah Kelly’nin müzikle ilgisi yok. Kendini yazarak ifade ediyor ve yazarlık yapıyor. Dizide ise yazarlığın yerini müzik alıyor. Müzik, Esty için kendini keşfetme ve kişisel özgürlüğünün metaforu... Özetle, ‘Unorthodox’ta konunun özünden kopulmuyor ama New York sahnelerindeki inandırıcılık ve otantiklik, Berlin’de ne yazık ki kayboluyor. Hatta yer yer masalsı bir havaya bürünüyor. Esty’nin yıldırım hızıyla arkadaş grubu bulması başta olmak üzere, Berlin’de 2-3 gün içinde yaşadıkları, Deborah Kelly’nin gerçek hayatta çok daha uzun bir sürede yaşadıklarının sıkıştırılmış, dramatize edilmiş ve sembollere aktarılmış hali…

        Dolayısıyla, Berlin sahneleri, iyi yönetmenliğe karşın New York’ta olup bitenler kadar inandırıcı gelmedi bana… Öte yandan, Moishe’nin New York’taki piyano hocası ve Berlin’de Leah’ya karşı başına geleceklerden hiç korkmadan fütursuzca tehditkâr davranması da pek akla yakın değil… Sonuçta modern dünyada bütün yasalar Esty’den yana ve Hasidiklerin ABD veya Berlin’de kendilerini o kadar güçlü hissedecekleri bir ortam yok. Bunlar belki bir aksiyon filminde aklınıza takılmayacak ayrıntılar ama gerçek hayat hikâyesinde rahatsız edici olabiliyor.

        Yine de ‘Unorthodox’ baştan sona ilgiyle seyrettiğim bir dizi oldu. Hikâyeyi fazla dağıtmadan tek yönetmenle dört bölümde tamamlayıp bitirmenin doğru karar olduğunu düşünüyorum. ‘Unorthodox’ bu haliyle 4 saatlik uzun bir sinema filmini andırıyor. Birkaç küçük molayla, tek oturuşta seyredip bitirmek mümkün.

        Senaryoda takıldığım noktalar olsa da dizinin konsepti, hiç kuşkusuz ilgi çekici ve kayda değer... ‘Unorthodox’ akılda kalıcı bir özgürleşen kadın hikâyesi olmaya aday…

        1990’lı yıllarda seyrettiğim ‘Sessiz Gece’ (Stille Nacht) gibi Dany Levy filmlerinin oyuncusu olarak hatırladığım Maria Schrader’in yönetmenliğini de beğendim. Tempoyu yüksek tutmak için gereksiz numaralara girmeyen, mekân duygusu sağlam, karakterleri öne çıkaran bir anlatım tutturuyor Schrader…

        Esty rolündeki, 1995 doğumlu İsrailli oyuncu Shira Haas, diziye gerçekten çok şey katıyor. Karakterin evlilik öncesi naif heyecanını, evlilikte ortaya çıkan öfkesini ve Berlin’deki iç çatışmalarını ölçülü ve duyarlı bir performansla yorumluyor. Kendisini 2017 yapımı ‘Foxtrot’ ve ‘The Zookeeper’s Wife’dan hatırlayabilirsiniz.

        Bu arada, Yanky’yi oynayan Amit Rahav ve inançla günah arasında kalan çelişkilerin adamı Moishe’de Jeff Wilbusch’un da iyi performanslar çıkardığını belirtelim. Üç genç oyuncu başta olmak üzere dizideki Hasidik karakterlerin Yiddiş dilinde konuşmasının öykünün gerçekçi dokusuna büyük oranda katkıda bulunduğu kesin. ‘Unorthodox’, Netflix’in ağırlıklı olarak Yiddiş dilinde çekilmiş ilk dizisi…

        Son olarak, dizinin dördüncü ve son bölümünün hemen ardından, Netflix’in otomatik olarak başlattığı ‘Unorthodox: Kamera Arkası’ adlı belgeseli de seyretmenizi öneririm. Yazarlar, oyuncular, yönetmenle yapılan röportajları ve set çekimleriyle, dizinin dört bölümünü destekleyen bir içeriğe sahip.

        6.5/10

        Diğer Yazılar